Anadolu’da bir ada: Eskişehir

Ercan Denk, ercandenk@hotmail.com

Unutulmaz bir hayal kırıklığıydı. Öyle ki, “Nevşehir’in gözünü seveyim” kendiliğinden dilimden dökülmüştü. “Yaşamaya değil, okumaya geldin” diye kendimi sakinleştiriyor, yoldayken heyecanıma yenik düşen uykumun ağırlığını hissediyordum. Otogardan otobüs durağına kadarki on dakikalık yolda gördüklerim bana, kasaba irisi bir yerde dört yılımı geçireceğimi söylüyordu. Otobüse bindikten sonra toparlanıp, adı hiç hatırlanmayan bir hafiyeyi birinin hafiyeden sayması, ona iş vermesi ve o hafiyenin de, işe koyulup titizlikle ipuçları toplamaya girişmesi edasında, şehirde şehir izi aramaya koyuldum. Birkaç küçük emareye rastladıktan hemen sonra, otobüs, tren yolundan geçti. Yunus Emre Kampüsü’ne kadarki bölümde gördüğüm manzara ile resmen koltuğa yığıldım. “Köhneşehir” ağır kaçmasın diye “Eskişehir” demişler, dedim; can çekişen birinin son sözleriymiş gibi. Yirmi dört yıl olmuş.

Üniversiteyi bitirmeye yakın, burada kalmak için direnirken bulmuştum kendimi. Henüz dekorda kayda değer bir değişiklik olmamıştı ama, dekora da pek bakmıyordum. Ara ara gözüm kaydığında, çok sevdiğim birinin perişanlığını yeniden fark eder gibi, çaresiz hüzünleniyordum sadece. İlkin kolayca vazgeçilebilir olduğunu gösteren şehir, nasıl olduğunu tam da anlamadan ve hiç acele etmeden, sahiplendiğim bir mekana dönüşmüştü. Okul bittikten sonraki yaz dönemini iş arayarak geçirdim. Eylül sonunda da master sınavı vardı. Tutunduğum bu iki dalın da kırılmasıyla, Eskişehir’de kalmaya yetecek bahanelerim tükendi. Kayıtsızlığı ile beni kendine bağlayan şehir “gitme” diyecek de değildi. Ayrıldıktan tam beş gün sonra, kollarını açtı ve “dön” dedi, “iş var.” Koşarak bile gelebilirdim.

Zamanında, zamanın şartları gereği kağnılarla, at arabalarıyla gelmiş insanlar; Kırım’dan, Romanya’dan, Bulgaristan’dan, Arnavutluk’tan… Hemen hemen Cumhuriyet’le akran Eskişehir’e yanlarına çocuklarını, çıkınlarına zanaatlarını, yüreklerine umutlarını koyarak gelmişler. Tercihen ya da mecburen gelmişler. Öz be öz Eskişehirli Manavlar’a mesafeli olduklarını hissettirecek kadar uzak, aynı şehirde yaşadıklarını unutturmayacak kadar yakın yerlere ev bark yapmışlar. Hem şehre, hem hayata tutunmak için çalışmışlar. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelenler de olmuş, yeni başlangıçlar için. Tabii, taşra ortalamasına yakışmayacak çoklukta öğrenci de gelmiş, Eskişehir’e. Bir anlamda duyan gelmiş. Gelenlerin büyük çoğunluğu kök salmış, yalnızca öğrenci kısmının pek azı hayatını burada devam ettirmiş. O cenahta da sürekli bir hareketlilik olduğundan öğrenci, şehrin doğal parçası bilinmiş. Hasılı Eskişehir, geliş hikayeleri ile yoğrulmuş.

Malum, geliş demek, diğer yanıyla da gidiş demektir ve bir şekilde giden, yine gidebilir. Soğuğu adamakıllı soğuk, binaları birbirine yapışık, sokakları daracık, çeşmesinden akan su bile içilmeyen bu şehirde insanlar neden kalıcı olmuş? Ercan, bir kez de askere giderken ayrıldığı şehre, yine yüzünde güller açarak ve bir daha ayrılmamak üzere neden dönmüş, dersiniz?

Eskişehir’i cazip kılan ulaşım kolaylığı, Ankara ve İstanbul’a yakınlığı değildir. Doğal termal tesislerinin varlığı ve çokluğu da değildir. Ortasından nehir geçmesi de –ki ne kadar rehabilite edilirse edilsin Porsuk pistir- değildir. Sonradan kondurulan şatolu, korsan gemili, şelaleli parkları -ki, plajı olanı bile var!- da hoş, kenar süslerinden ibarettir yalnızca. Tren geçidini geçer geçmez berbat görüntüsü ile sizi karşılayan sebze halinin oradan kaldırılıp, yerine gençlik/kültür merkezi yapılması da şehrin dekorunda ciddi bir yenilenmeye gidileceğinin sinyalini vermiştir ama, takdir edersiniz ki bu da, bir şehri yaşanır kılmak için yetersizdir. Geçit ile Yunus Emre arasındaki bölgenin tamamen dönüşmesi de sadece, hayret vericidir. Sonradan imara açılan yerlerdeki kentleşme de, zamanındaki çarpık şehirleşmenin kabul edildiğinin ve aynı hataya yeniden düşülmeyeceğinin garantisidir. Yılmaz Büyükerşen’in kararlılığı ile restore edilen Odunpazarı Evleri, yine kendi imzasını taşıyan Balmumu Müzesi ve az önce bahsettiğim ‘orijinal’ parkları da Eskişehir’i ilginç bir biçimde yerli turist için cazip kılmıştır, o kadar!

Eskişehir’i Eskişehir yapan, insanıdır. İnsanının, insan çeşitliliğini, kelimenin tam anlamıyla zenginlik olarak gören bakış açısı ve her daim o doğrultuda davranmaktan ve yaşamaktan vazgeçmeyişidir. Eskişehir’de, başkalarına zarar vermediği sürece, herkes eşit ve özgürdür. Nazım’ın “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” hülyasının hayat bulduğu şehirdir, Eskişehir. Herkes kendi meşrebince yaşar gider. Özellikle Adalar’da dikkat çeken yelpaze, yüzünüze tatlı bir esinti bırakır her zaman. Bildiri dağıtan gençler de oradadır, horon tepenler de. Eşiyle çocuğu ile gezintiye çıkanları da görürsünüz, sanatını icra edip para kazanmanın yoluna bakan sokak sanatçılarını da. Porsuk’un kenarında ikişerli-üçerli gruplar halinde ve birbirlerine üçer-dörder adım mesafede çekirdek, gazoz, çay, bira eşliğinde eğlenenler de vardır, bir kafede oturup gelen geçeni seyreden de. Hepsi de iç içedir ve hepsi de apayrıdır.

Gece tek başına sokakta olan genç kızın/kadının korkmasına gerek yoktur burada. Hiç endişelenmeden, çocuğunuzu tek başına bir yerlere gönderebilirsiniz. Ramazan ayında çay bahçesinde oturup çay-sigara içen türbanlı bir kadın gördüğünüzde şaşırmazsınız. Tatar bir çift de görebilirsiniz, bir Tatar-bir Muhacir çift de, bir Tatar-bir Manav çift de… Allah sizi inandırsın, bir Tatar-bir Nevşehirli çift görmek de mümkündür Eskişehir’de. Hatta bir Kazakistanlı ve bir Adanalı çift bile. Seksenine merdiven dayamış ve mecburiyetten değil, bariz sevdiğinden el ele gezen bir çift gördüğünüzde ise, hayranlıkla gülümsersiniz.

Eskişehir, fevkalâde steril bir ortam da değildir, elbet. Poşete bir-iki çürük elma sıkıştıran manava, yeşil yanar yanmaz kornaya abanan sürücüye, öğrenciye ederinden pahalı ev kiralamaya çalışan ev sahibine burada da rastlayabilirsiniz. Galatasaray, Fenerbahçe veya Beşiktaş taraftarı iseniz, takımınız şampiyon olduğunda kutlamaya çıkmanız nahoş sonuçlar doğurabilir. Gün gelir, dünyanın hiçbir yerinde yaşanmasını istemeyeceğiniz Ali İsmail Korkmaz vakası da yaşanır. Sonra şehrin utancını hisseder ve o utancı sahiplenirsiniz. Can yakıcı bu olayın tekrarlanmayacak bir istisna olduğunda teselli ararsınız.

Ezcümle, sürekli kendini yenileyen canlı bir organizmadır, Eskişehir. Her kimliği kapsayan koca bir şemsiyedir. Renklerden ebemkuşağıdır. Eskişehir’e sık gelip giden ve henüz burada yerleşik hayata geçmeyen bir arkadaşımın ifadesiyle, “Güzel olan birçok şeyin aynı anda farklı kazanlarda piştiği ve pişen tüm yemeklerin hızlıca servis edildiği bir mutfak gibidir, Eskişehir. Tüm kokular birbirine karışmıştır ama, her kokuyu tek başına duymak da mümkündür.” Tatlıyı da ben söyleyeyim o vakit: Aşure. Eskişehir, aşure gibidir.

Anadolu’da bir ada gibidir, Eskişehir. Ama tam da bir ada değildir. Buraya da cenazeler gelir ve onlara burada da, cılız homurtular dışında, gür sesle ‘şehit’ denir.

4 Comments

Yorum bırakın