Masadaki doktor, Meçhul Kız ve Tereddüt

Canan Gündüz, canangunduzz@gmail.com

Doktor olmak bazen uçakların kara kutusu olmaya benziyor, mesai dışı da dâhil. Bir bakmışsın ki, zincirleme arkadaş gruplarından oluşan kalabalık bir masada pizzanın gelmesini beklerken, ilk ve belki de son kez gördüğün insanların en mahremindesin, sırlarındasın. Doktora sormak için kenara atılan soruların, evrenin sırlarına dair merakların, telefonlarda duran raporların, chia tohumunun faydalarının, “göğsüm ağrıyor” klişesinin, karşıt görüş bildirsen masadakiler tarafından darp edileceğin sevimsiz hastane ve doktor öykülerinin muhatabı olmuşsundur istemsizce.

Oldukça somut ve bilimsel temeller üzerinde şekillenen bir eğitim hayatının üstüne gelen mesleki uygulama, pek de öyle bilimsel faaliyetlere özgü vakumlu ortamlarda seyretmemektedir. Her ne kadar bilimle iş gören bir “insan” olsan da, dertlerine, tasalarına deva bulabilmek için kendilerini sana teklifsizce açan başka “insan”ların alabildiğine keşmekeşlikleri vardır karşında. “Ne Kentuarlar, ne de Gorgonlar benim aradığım, benim konum insandır ve tüm insanlık” demiş Romalı yazar Marcus Valerius Martialis. Bu nedenle de, insanın olduğu her yerde olduğu gibi güzeldir ve bir o kadar da zordur doktor olmak. Bu zorluk bir yerde, doktor kişinin tüm mesleki profesyonelliğine rağmen biyonik olmamasından kaynaklanmaktadır. Sanırım bu durum tüm dünyada böyle. En azından Dardenne kardeşlerin son filmi Meçhul Kız (La fille inconnue, 2016) bende o izlenimi bıraktı.

cannes-2016-la-fille-inconnue-quete-enquete-et-redemption-dardennem336740Filmin ana karakteri Jenny, genç bir pratisyen hekimdir. Belçika’da, Liege’in varoşlarında bir muayenehanede çalışmaktadır. Pek sıcakkanlı olmamakla beraber işini idealist bir şekilde, severek yapmakta ve hastaları tarafından da çok sevilmektedir. Mesainin çoktan bittiği bir akşam muayenehanenin zilini çalan kişiye kapıyı açmaz ve sonrasında o kişinin öldüğü anlaşılır. Böylelikle Jenny’nin vicdanı ile muhakemesi başlar. Meçhul kızın ölümünde kendisinin de payı olduğunu düşünmektedir. Cool bir Müge Anlı edasıyla, kızın kimliğinin belirlenerek ailesine haber verilmesi için elinden geleni yapmakta, tekinsiz ortamlara girip farklı insanlardan bilgi toplayarak ipuçları elde etmeye çalışmaktadır. Ancak, gerçeklere ulaşırken bir takım usulsüzlükleri de istemeden ortaya çıkaran doktorun bu çabaları, meçhul kız ile bağlantılı türlü çirkinliklere doğrudan ya da dolaylı olarak bulaşmış—düne kadar kendisine minnettar olan hastaları ve dosyayı kapatıp kaldırmayı yeğleyen polis de dâhil—insanlarca pek hoş karşılanmayacaktır. Hırpalanacaktır, tehdit edilecektir ama vazgeçmeyecektir. Duyarsız kalıp üstümüze hiç alınmadığımız pek çok trajik toplumsal olay karşısındaki gibi “Benim mesaim bitmişti. Yanlış tercihlerinin kurbanıymış zaten bu kız!” deyip geçmeyecek, meçhul kızın cinayetinin failleri arasında ailesinin, toplumun ve sistemin de yer aldığını keşfedecektir. Bu sırada izleyici de, doktorluk gibi saygın bir kimliği bulunmakla beraber, iş bağlantıları dışında sosyal bir çevre ya da ailesiyle herhangi bir bağlantısı gösterilmeyen Jenny’nin de aslında bir nevi meçhul bir kız olduğunu keşfetmekte gecikmeyecektir.

Başrolde gene kadın bir doktorun olduğu güncel bir başka film ise “müstehcen” sahneleriyle de tartışma konusu olan Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi Tereddüt (Clair-Obscur, 2016). Gene faillerin aile ve toplum olduğu bir cinayet karşımıza çıkıyor. Farklı toplumsal statülerde olmakla beraber sonuçta aynı toplumun ve kültürün bir parçası olmanın getirdiği benzer sorunları yaşayan iki kadından birinin aslında bir çocuk olması ise tabii ki de en can acıtan bölüm. Psikiyatrist olarak yardımcı olmaya çalıştığı hastası, doktorun bir ayna da kendine tutmasını sağlayacaktır. Peki ama ne kadar “okumuş, aydınlanmış” olursak olalım, kendi yansımamızı kendi gözümüzle “açık ve seçik” (clara et distincta) bir biçimde görebilir miyiz? Filmin Fransızca başlığının da ima ettiği gibi film sanki bizdeki toplumsalı görüp görmemeye dair tereddüdün kaçınılmazlığı kadar, uzlaşmaz “gözüken” zihin yapılarımızın açmazlarına da şiirsel bir ayna tutuyor: “Gözünün bir yarısı aydınlık, öbür yarısı böyle bulut yürüyor gibi…”

Meçhul Kız ve Tereddüt’ü tek bir anlam potasında eritmeye çalışmak çok yüzeysel bir yaklaşım olacaktır. Diğer yandan, farklı kültürel yapılarda dahi dünyayı yöneten, insanların hayatlarını karartabilen, cinayetleri doğuran benzer koşulların iki kadın doktorun hikâyesi üzerinden aktarıldığı iki güncel film izlemiş olmak da garip bir tesadüf oldu. Özellikle de bir doktor olarak şimdiye kadar bu denli trajik hikâyelerle karşılaşmamış olmanın sadece hayatın bir kıyağı olduğunu “görerek”, kâh açık seçik, kâh böyle bulut yürüyor gibi…

Öyleyse, maddeciliği kadar kötümserliğiyle de nam salmış Alman düşünürü Theodor Adorno’nun Asgari Ahlak-Sakatlanmış yaşamdan yansımalar (Minima Moralia-Reflections from the damaged life, 1951) kitabında alıntıladığı İngiliz idealist filozof F.H. Bradley’in “umut dolu” sözleriyle bitirelim: “Her şeyin kötü olduğu yerde en kötüyü bilmek iyi olmalı.”

1 Comments

Yorum bırakın