Ahmet Uçar, a.ucar@ed.ac.uk

Evin anahtarlarını üstüme bir beden büyük montumun kocaman cebine koydum ki şıngırdasın. Montumun içinde kaybolayım ve anahtarın sesi de bir evimin olduğunu hatırlatsın adım başı, böyle iyi.
Yine trafiğe yakalanmışçasına geciken metroyu beklerken müzik dinlemiyorum. Bir kurala göre dizilmiş notalar ve üzerine yazılmış laflar beni derinleştirebilir fakat ben olabildiğince yüzeyde kalmaya çalışıyorum. Kimsenin yüzüne de bakmıyorum çünkü bazı yüzler şarkılardan daha hüzünlü olabiliyor.
Havanın mevsimin değiştiğini anlatmak istercesine yüzüme vurduğu soğuğu hissediyorum metrodan çıktığımda. Anahtarın çıkardığı metalik gürültü artık canımı sıkıyor, kolay yenilip yutulan şarkılardan açıyorum kendime. Adımlarımı müziğe uydurup, daha sert basıyorum yere ve bastıkça korkularımı saçıyorum dört bir yana. Hafifliyorum.
Bazen bulamadığım kafeyi bu defa rahatlıkla bulabildiğim bir gün. Kulaklığı tam kapıda çıkarmalıyım diye düşünüyorum, öyle ki arada kendimle geçireceğim bir an bile kalmamalı. An’ı, zamanın bölünemeyecek kadar kısa olan hali diye yazar sözlükler ama emin olun içine tahmin edilenden fazlası sığar. Elimde iz yapacak kadar sıktığım anahtarları parmaklarımdan salıyor, çalan şarkıyı ortasında durdurup telefonu kulaklıkla dolaşmış halde cebime bırakıyorum. Ben, anahtarlar, kulaklık ve duygularım; hepsi karışık. Uyum içindeyiz.
Kül tablası yuvarlak, içi izmarit dolu. İzmarit, kendine yakışır şekilde berbat bir kelime. Köşede, hacimce büyük bir adam oturuyor. Belki de bu da dünyaya bir tepkidir, bilmiyorum. Ellerim hep çok soğuk olur zaten ve tokalaşmayı da oldum olası sevemedim.
Merdivenlerden çıkıyoruz. Adımlarımı artık sertçe değil, bir kuş gibi attığımı fark ediyorum. Masa kare ve küçük. Saçlarım çok ve dağınık. Boğazım acıyor. Sağlıklı olmak eğer insanın vücudunu hissetmemesiyse fena halde hastayım. Bağlanmış saçlarımdan parmak uçlarıma kadar oradayım çünkü. Kahve içsem iyi olurdu fakat bende çarpıntı yapar. Bir şeylerden bahsediyoruz o esnada, sıkıcı bir şeylerden. Cesaire Evora’dan Petit Pays çalıyor.
Rahatça bir kanepe olsa şuan burada, fonda bu şarkı çalsa ve ben uzansam; geceleri uyuyamayıp biriktirdiğim tüm uykuları o kanepede harcasam ve rüyaların hepsini o uykuda görsem, olmaz. Karşımdaki ne yapar bilmiyorum. Çeker gider belki. Cebimde anahtarlarım, uzakta evim beni bekler.
Konuşmalar uzuyor. Aynı renk çamaşırlarımızı bir makinede uzun süre yıkamışız ve nihayet çıkarıp birinin ucunu diğerinin ucuyla birleştirip, tek bir mandalla tutturuyoruz. Bu aynılıkta ilerliyor sohbetimiz. Dıştan olmasa da içten çokça değiştiğimi düşünüyorum onu en son gördüğümden bu yana. Onun ise içini görmek her zamanki gibi zor, dışı ise aynı. Demek yıllar bizi pek değiştirmemiş yahut henüz yıllar geçmemiş.
Bir masada oturmuş, çaylarını içen iki insan değiliz sadece orada. Değişiyor mesafemiz. Mesela ülkeler var aramızda, koca koca denizler, zaman var, saatler. Bir bozkır var aramızda mesela, çorak kurak düz dümdüz bir bozkır. O bozkırda amaçsızca koşan atlar, savaşlar, savaşlarda ölenler, can çekişenler. Tekdüze sohbetimiz ilerliyorken birden sular fışkırıyor yerden. Dalgalı ve derin bir birikinti sonra, üzerinde duygular, düşünceler yüzüyor.
Şimdi de Zaz çalıyor. Bu kızın anaokulu formasına benzeyen kareli tulumu hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum geçmişte. İçimden gülümsüyorum.
Saat dört, demek bana göre birkaç yıl daha saat dört olarak kalacak. Karşımdaki adam hayli irice fakat artık hislerim donuk, vücudum hissiz; zorlukla görüyorum onu.
Herhangi bir ağrının gelip canımı yakmasını bekliyorum, gelmiyor. Ona göre aramızdaki sadece tahta bir masa mı? Ya bana göre? Bir yazarın söylediğine göre hiçbir şey göründüğü hatta yaşandığı gibi bile değil, hatırlandığı gibiymiş. Üzücü.
Çantamdan bir zaman önce üzerine konuştuğumuz kitabı çıkarıp veriyorum ona. Sevgilerimle. Kül tablası yuvarlaktı, masa kare, kitap küçük. Peki ya sevginin şekli? Neşeli bir sevgiyse, belki pembe parlak şişko bir kalp şeklinde; üzgün ise koyu renkli ve sönmüş. Kalplerin arasında yollar varsa o yolların şekli mutlak suretle ince ve uzun olur. Parmaklarım gibi. Parmaklarımın öyle olduğunu söylerdi.
Son çayları da içtikten sonra ayrılıyoruz. Şimdi bana en uzak şey, aksi yöne doğru giden o adam. En yakın şey, boynumdaki kırmızı şalım. Birbirine dolanmış bekleyen anahtar ve kulaklıkları birbirinden ayırmadım. Bazı şeyler keşke birbirinden ayrılmadan kalsa, karmaşık ve uyum içinde.
Ellerim soğuk, ellerimi ceplerim ısıtsın.