Aylin Yardımcı, aylinyrd@gmail.com
Suriye iç savaşına dair herkesin aklında yer eden en az bir vahşet öyküsü vardır. Örneğin ilk yayınlandığında şok etkisi yaratan canlı infaz videoları 2013 yazı gibi hayatımıza girmeye başlamıştı. Haber sitelerinin ana sayfalarına ilk kez düştüğü gün bu videolardan birini üniversitedeki ofisimizde, arkadaşlarla beraber biz de merakla izlemiştik. Irak kırsalından Suriye’ye seyir halindeki bir kamyon (o zamanlar adı dahi bilinmeyen) Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) militanları tarafından durduruluyordu. Kamyonun içindekiler aşağı indiriliyor ve hangi namazın kaç rekat olduğu gibi İslami bilgilerinin sınandığı sorular soruluyordu. Araçtakiler soruları bilemeyince militanlar bu kişilerin Sünni Müslüman olmadığına kanaat getiriyordu ve birkaç saniye içinde aynı kişilerin yolun hemen kenarında kurşuna dizildiğine şahit oluyorduk. İnfaz sırasında ve sonrasında yükselen tekbir sesleriyle video final yapıyordu. 82 yaşındaki Suriyeli eski eserler genel müdürü ve arkeolog Halid Esad’ın, başından ayrılan gövdesinin Palmira’daki antik Roma sütunlarına asıldığı haberini okuduğum ana kadar, bu yol kenarı infaz videosu Suriye’deki savaşa dair benim aklımda en çok yer eden vahşet öyküsü olarak kalmıştı.
Bahsettiğim infaz videosunu, Suriye sınırı yakınlarındaki Urfa-Harran karayolunda pek çok kez yolculuk yapmış biri olarak izledim. Babamın Harran’da uzun yıllar yaptığı arkeolojik kazı nedeniyle çocukluğum Urfa’ya gidip gelerek geçmişti. Yol kenarında aracından indirilip kurşuna dizilen üç kamyoncunun görüntülerini, bu tanışıklığın getirdiği karmaşık duygularla seyrettim. İzlerken aklımda kurşuna dizilen kamyoncuların görünüş, hal ve tavır bakımından muhtelif zamanlarda karşılaştığım kişilere ne kadar benzediği ve biraz da bu karayolunun bana -her anlamda- ne kadar yakın olduğunun farkındalığı vardı. Babamın hem meslektaşı hem de mevkidaşı olan Halid Esad’ın öldürülüşünü ise, üç kamyoncunun infaz videosunda hissettiğim aşinalık duygusunun birkaç katını hissederek, midemde bir yumrukla okudum.
Halid Esad, haber kaynaklarından öğrendiğimiz kadarıyla Palmira’nın düşeceği anlaşıldığı zaman Suriye ordusunun kentteki taşınabilir kültür varlıklarını güvenli bir yere taşımasına yardımcı oldu. Fakat hayatının tehlikede olduğunu bilmesine rağmen “burada doğdum, burada öleceğim” diyerek bölgeyi terk etmemeyi seçti. Palmira’nın ele geçirilmesinden iki ay sonra IŞİD tarafından rehin alındı ve saklanan eserlerin nerede olduğunu açıklaması için bir ay boyunca işkence gördü. Saklanan eserleri çocuğu gibi gördüğü bilinen 82 yaşındaki Esad, eserlerin yerini söylemeyi reddettiği için 19 Ağustos 2015’te başı kesilerek öldürüldü. Gövdesi ve kesilen başının Roma sütunları üzerinde ayrı ayrı teşhir edildiği, daha sonra haber kaynaklarında duyuruldu.

IŞİD, Palmira antik kentinin simgesi haline gelen 2 bin yıllık El Lat Aslanı da dahil olmak üzere müzedeki birçok tarihi eseri balyozlarla parçaladı – 16 sütun üzerinde duran Tetrapylon anıtının büyük bir kısmını tahrip etti ve kentin en iyi korunmuş yapıları olan Bel ve Baalşamin tapınaklarını patlayıcılarla yıktı.
Bazı eserleri ise yasadışı yollarla satışa çıkararak kâr elde etti. İnfazları olduğu kadar yıkımları da gösteriye dönüştürmekten hoşlandığını anladığımız bu örgüt, müzede eser parçalayan militanlarının ve Roma Antik Tiyatrosu’nda topluca infaz edilen 20 esirin görüntülerini de internette paylaşmayı ihmal etmedi.
Halid Esad’ın katlinin bende bıraktığı iz çok derin. Yaşadığı toplumun genelinin zerrece saygı ve alaka göstermediği, arkeoloji gibi bir ilgi alanını kısıtlı ömür süresinin merkezine koyup, onun etrafında ve tamamen ona bağlı bir hayat inşa eden, tam 50 senesini Palmira antik kentini araştırmaya adayan bu adamın, -tıpkı diğerleri gibi balyozlarla parçalanmasınlar diye- sakladığı eserlerin yerini işkenceye rağmen paylaşmaması ve bu yüzden de akla hayale sığmayacak kadar huzursuz bir ölümle aramızdan ayrılması, kafamdaki barbarlık tanımıyla bile örtüşmüyor. Kültür, tarih ve eski eser bilincinin kıtlığıyla kavrulan ortadoğu coğrafyasından Halid Esad gibi bir adamın gelip geçmiş olması, aslında tek başına burnumun direğini sızlatmaya yetiyor.
IŞİD’in ne kadar barbar olduğuyla ilgili kolayca birkaç cilt yazı yazılabilir, ancak bu olsa olsa yüzlerce sayfaya yayılmış bir malumun ilamı olur. Halid Esad’ın katli ve Palmira’nın yıkımı bana IŞİD’in ne kadar barbar olduğunu değil, tarihin gördüğü diğer barbarlardan nasıl ayrıştığını sorgulatıyor – çünkü yukarıda da dediğim gibi, bu olanlar kafamdaki genelgeçer barbarlık tanımına dahi oturmuyor. Neyse ki bu noktada imdadıma Nezih Başgelen ve Mehmet Özdoğan’ın, Tempo dergisinin Mayıs 2016 sayısında kaleme aldığı “Uygarlığa karşı duyulan hınç” başlıklı yazısı yetişiyor. Yazıda bu tür yıkımların ilk olmadığı, tarihte hemen hemen her uygarlığın kendinden önce varolmuş kültürlerin eserlerine karşı benzer yıkım eylemleri gerçekleştirdiği anlatılıyor. Ancak 2001 yılında Afganistan Bamyan’daki dev Buda heykellerinin Taliban tarafından havaya uçurulmasıyla, alışılagelmişin dışında bir hareketin başladığına dikkat çekiliyor:
Ürkütücü olan, buradaki amacın bir kültürün izlerinin silinmesi ya da belirli bir grubun görüşlerini kanıtlamak için geçmişe seçici yaklaşmanın çok ötesinde olması. Yeni hareket, dönem, kültür, din ayırt etmiyor. Her yapıtın yeryüzünden silinmesini hedefliyor. Palmira’da Roma kalıntılarının havaya uçurulması, Der-er Zor’daki yıkım, Musul Müzesi’nin Klasik Çağ heykellerinin balyozlarla kırılması, balyozlarla yok edilemeyen büyük heykellerin asfalt delme makineleriyle tahrip edilmesi bunun başta gelen örnekleri. Bu hareket, güzel, görkemli, anıtsal ya da toplumun beğenilerini simgeleyen her türlü kalıntıyı (yalnızca İslam öncesi değil, İslami dönem kalıntılarını da) yok etme amacında.
Yani önceki uygarlıkların eserlerinin yok edilmesi aslında tarihte sık rastlanan bir pratik. Ancak Başgelen ve Özdoğan’a göre Palmira’da olup bitenler, bu standart barbarlık tezahürünün farklı bir safhaya ulaştığını ve diğerlerinden ayrıştığını gösteriyor. Buna göre, Suriye’de yaşanan tarih ve kültür yıkımının diğer örneklerden farkı şu:
Başka bir deyişle bu hareket güzele karşı duyulan hıncı yansıtıyor. Bu yönüyle öncekilerden çok daha farklı ve tehlikeli. Önceki dönemlerde tahribatı genellikle toplumun üst kesimleri, yöneticileri yönlendirmişti. Burada yaşanan ise toplumun alt kesiminin topyekûn saldırısı. Hedef, uygarlığın günümüze kadar gelen tüm birikiminin yok edilmesi. Palmira olayını tekil bir saldırı olarak değil, bu bakış açısıyla ve ürkerek değerlendirmemiz gerekiyor.
Palmira saldırısını gerçekten de ürkerek değerlendirmemiz, ayrı bir sınıflandırmanın içinde düşünmemiz ve bu ayrılığın bilinciyle üzerinde kafa yormamız gerekiyor. Bu kısa yazının ardındaki motivasyon, bulunduğumuz coğrafyada gündelik hayatı tahammül edilebilir kılan kayıtsızlık zırhının üzerinde küçük bir yırtık açmak, geleceğin zannettiğimiz kadar güvenli ve konforlu olmayacağını, güzel olan her varlığın mahvından, güzelliğin cezalandırılmasından zevk duyan bir kalabalıkla aynı gezegeni paylaştığımızı ve yalnızca güvenliğimizin değil uygarlığımızın da tehdit altında olduğunu hatırlatmaktı. Kulağa korkunç gelse de, bir süredir kendi kayıtsızlık zırhımı Halid Esad’ın Roma sütunlarında sallanan gövdesini gözlerimin önüne getirerek inceltiyorum. Kendinizi berbat hissedeceksiniz, ama size de tavsiye ediyorum.