Miray Özkan, mirayozkan@gmail.com

Bir şeyler yazmak için her oturduğumda zihnimi toplamakta zorluk çekiyorum. İddia ediyorum bunun sorumlusu İstanbul’dur; ya da en azından sorumluluğun bir kısmı ondadır. Bulaşıcı ve kalıcı bir hastalık gibi İstanbul, eğer yeterince paranız varsa hayat boyu kendinizi tedavi ettirerek yaşayabilirsiniz. Spa, masaj, yoga, pilates, dans, tatil bunların hepsi çok iyi.
Ofisin camından bakıyorum E-5 otoyolu nehir gibi akıyor. Arabalar bir bütünün parçası olmaktan oldukça memnun, işe yarar hissetmenin gururuyla gülümseyerek süzülüyorlar. Her şey ne kadar normal…
Yaptığı işle samimi bir ilişki içinde olanlara gıpta ile yaklaşıyorum. Para kazanmak için yapmak istemediğim ya da belki de yapmaktan utandığım işleri zihnimi devreye sokmadan ezberden kolayca yapabiliyor olmak, yapmak istediğime dair fikrim olan işleri ise yeterince iyi yapamıyorum diye buhranlar içinde ve dar zamanlarda yapmaya çalışmak bazen acıklı geliyor.
Sokakta yürürken ya da toplu taşımada herhangi bir şoförle kavga etmeden geçirdiğimiz günleri mutlu günler hanesine yazıyor musunuz siz de? Tatlı bir taksi yahut dolmuş şoförüyle uzun uzun “deli miyiz neyiz, ne yapıyoruz İstanbul’da” diyerek kahkaha attığımız günler de var. Ben yazıyorum.
Bazen Türkiye sınırları içinde bu kadar kalabalık bir şehrin nasıl işlediğini düşünüyorum. Vallahi bravo diyorum. Çoğu zaman, çoğumuz kazasız belasız evimize varıyoruz. Şöyle bir bakınca, insan şaşırıyor.
Beşiktaş vapurundan inince Dolmabahçe’de, elinde makineli tüfek taşıyan üniformalı adamları görünce siz de irkilmiyor musunuz? Böyle irkildiğim günlerden birinde, bomba taşıyor şüphesiyle bir genci yaraladılar mesela. Korkunç.
İnşaat meselesi ise büyük sıkıntı. Çok büyük. Bu konuda şaka kaldıramayacak durumdayım.
Siz yoksa akıl sağlığınızı korumak için mahalleden çıkmayanlardan mısınız? Ben değilim. Benim her gün 80 dakikam metro içinde, 40 dakikam da yaya yolculuk yaparak geçiyor. Bu bir yaşam tarzı, 80 dakika internetsiz ve telefonsuz. Metrobüse kıyasla adeta bir bayram havası. Eğer aklınız yerindeyse (vesveseye kapılmadıysanız ya da uyuklamıyorsanız) kitap okuyabilirsiniz mesela, müzik dinleyebilirsiniz. Şu sıralar, evlilik ve yarışma programlarının videolarını telefonlarına indirip izleyenler görüyorum. Büyük gelişme.
Peki siz nereye gitmeyi düşünüyorsunuz? Berlin, Amsterdam, New York, Tayland, Barselona, Sydney, Brüksel? Yoksa bir Ege sahillerinde bekliyorum şarkısı mı tutturdunuz? Kaz dağlarından sonra, Muğla da yükselişte.
Aynı inşaat konusu gibi, Dünya’nın durumuyla ilgili de şaka kaldıramayacak durumdayım. Pek çoğumuz ayarlarımızı yeniden yapılandırmaya çalışıyoruz. Belirsizlik, umutsuzluk, kaygı duygu durumumuza hakim olmaya başlıyor gibi. O kadar hızlı ve çok yönlü müdahale var ki yaşamımızın her yanına, nasıl nerden tepki vereceğimizi bilemeyecek durumdayız. Birbirine tahammül edemeyen, kendini korumak için hırçınlaşan, her an başına bir şey gelmesinden korkan zavallı yaratıklara mı dönüşüyoruz diye bazen dertleniyorum.
Gündelik yaşantımızda o kadar çok uyarıcı var ki, Simmel’in metropol yaşamının kır yaşamından farkını tanımlarken bahsettiği “blase” kavramını hatırlamamak elde değil. Simmel, bıkkınlık, usanmışlık ya da bezginlik diye Türkçe’ye çevirebileceğimiz “blase” tutumunu, 1903 yılında yazdığı Metropol ve Zihinsel Yaşam kitabında şöyle tanımlıyor:
“Duyuları aşırı derecede harekete geçiren bir yaşam insanı bıkkınlaştırır, çünkü sinirleri o kadar fazla uyarır ki, bir noktadan sonra herhangi bir tepki üretemez hale gelirler; böylece daha zararsız uyarıcılar bile, sıklıkları ve zıtlıkları nedeniyle sinirleri şiddetli tepkiler vermeye zorlar, onları o kadar vahşice bir o yana bir bu yana savurur ki, arta kalan son kuvvetleri de tükenmiş olur, aynı ortam içindeyken yeni rezervlerin oluşmasına zaman tanımaz. Yeni uyaranlara gerekli enerji miktarı ile tepki gösterememe bıkkınlık tutumunu oluşturur. Bu, daha sakin ve değişmeyen ortamların mahsullerinden ziyade büyük şehirde yaşayan çocukların tamamında görülen bir özelliktir.”
Simmel’e göre “blase” tutumu, şeyler arasındaki farklara karşı duyarsızlıktır ve bu şeylerin anlamsız gelmesinden kaynaklanır. Bu anlamsızlık ve aynılığın sebebi de paranın tüm değerlerin tanımlayıcısı haline gelmiş olmasıdır. Paranın ve ticaretin dünyası, ürün çeşitliliğini arttırırken, yeni zevkler ve yeni ihtiyaçlar yaratmak ister. İnsan para ve kurumların egemenliğinde kendine ait en kişisel alanını koruyabilmek için farklı ve özgün bireyselliğini abartma eğilimi taşır. Bu aynı zamanda toplumsal işbölümünü de etkiler ve uzmanlaşma alanlarını ayrıştırır. Kişiler, bir yandan girdikleri işbölümü içinde büyük bir bütünün parçası haline gelirken, diğer yandan bireysel ve mesafeli canlılar olurlar. Dolayısıyla insan dediğimiz canlı, insan türünün bir üyesi olmak ile bağımsız ve eşsiz bir birey olma arasında gelip giden toplumsal kurgu içerisinde varolma çabası içindedir. Metropol de bu çatışmanın koşullarının oluştuğu alandır.
Yüz küsur yıl sonra Simmel’in sözlerine İstanbul’dan bakınca, yalnızca büyük ölçüde paranın hakimiyetindeki metropol yaşamının (ya da buna kapitalist şehir yaşamı diyelim) yarattığı yabancılaşmayı görmüyoruz. Kapitalizmin işine, emeğine, yaşam koşullarına, birbirine yabancılaşmış mahsulleri olduğumuz doğrudur. Fakat, küresel ekonomik ve siyasi krizlerin etkisiyle üzerimizde devletin artan çıplak baskısı o kadar yüklü ki, bıkkın ya da bezgin sözcükleri ruh halimizi tanımlamak için oldukça yetersiz kalıyor. Uyaran sayısı o kadar yükseldi ki, yalnızca sinirlerimiz değil, kaslarımız da hareketsizleşiyor, bazen yataktan bile kalkamıyoruz.
Türkiye’nin her zaman ekonomik, siyasi kargaşalar içinde olduğunu biliyoruz. Bugün ise bütün kurumlarının darmadağın olduğunu, çıkar çatışmalarının içtiğimiz sudan soluduğumuz havaya kadar her şeyin içine sızdığını, konuşmaktan, düşünmekten ve öğrenmekten korkan bir topluma dönüştüğümüzü, dünyadaki tüm canlılar olarak birlikte yaşamaya ilişkin en basit duyarlılıkları bile kaybetmeye başladığımızı düşünüyorum. Bir de, Simmel olsa ne derdi diye düşünüyorum.
Bir yandan bizim yaşantımızı kısıtlayan ekonomik ve toplumsal baskı ile “kendi başımızın çaresine bakmaya”, evimizi, çocuklarımızın yaşamını, şehirdeki gündelik ilişkilerimizi ve aktivitelerimizi korumaya ya da yeniden düzenlemeye çalışıyoruz, diğer yandan bizim dışımızdaki insanların yaşamlarını takip edip, kendi duyarlılık ya da duyarsızlıklarımızı geliştiriyoruz. Bazılarımız bugün de işten atılmadık, bugün de gözaltına alınmadık, bugün de ölmedik diye buruk bir sevinç bile yaşıyor olabilir. Kimi zaman twitter uzayının içinde kendimizi kaybedip, üzüntüden öfkeye, kahkahadan ağlamaya, sağlıklı analizden delirmeye hızlı geçişler yapabiliyoruz. (Bu konuya arkadaşım İlknur’un geçenlerde Facebook’ta paylaştığı karikatür ile açıklık getirmek istiyorum.)
“Bu aralar haberdar olma isteğimle akıl sağlığımı koruma isteğim çelişiyor.”
David Sipress, The New Yorker
Ne iyi gelebilir? Kapitalist metropol yaşantımızda bitkinlik ve usanmışlıktan çıkmak için neler yapılabilir? Anarşistlerin dediği gibi kurtuluşu şimdi ve burada bireysel özgürlükte aramak için sistem dışı işbirliği ve örgütlenme modelleri oluşturmak bir yaklaşım olabilir. Çocuk bakımı kooperatifleri, sokak partileri, bahçecilik dersleri, eğitim ağları, toplum mutfakları, bağımsız kollektifler, işgaller, geri-dönüşüm faaliyetleri, korsan dosya paylaşımları, araç-gereç-eşya paylaşımları, kiracı dernekleri gibi toplumsal düzenin dışında ve sistem dışı etkinliklerin özgürleştiriciliği ve bilinmeyen bir gelecekte olabilecek değişimlerin şimdiden üretimi ve örgütlenmesine dair çabalar önemli. Fakat Harvey’in dediği gibi bireysel anlam arayışlarımız ne kadar kıymetli olsa da, şimdikinden farklı bir birlikte yaşam kurgusu için yeterli görünmüyor. (Bu konularda Springer ve Harvey’in Cogito dergisinin 84. sayısında yayımlanan “Radikal bir coğrafya neden anarşist olmak zorundadır?” ve “Dinle Anarşist!” makalelerindeki tartışmalarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Burada değinemeyeceğim kadar uzun ve kapsamlı bir tartışma.)
Kendi zihinsel yaşamımızın sorumluluğunu İstanbul’a atıp, keyfimize bakmaya çalışmak, mümkünse başka bir şehre ya da ülkeye gitmek belki biraz rahatlatıcı olabilir. Fakat bu şehir ya da bu ülke arkandan gelir mi, kesin gelir.
Bunun dışında, her bir güne sabırla uyanmak, yapacak şeyler olduğuna inanmak, her ne yapmak, her ne konuyla ilgilenmek istiyorsak ona devam etmek, her şeye rağmen eğlenmek, gezmek, dans etmek, kendimize iyi bakmak, çevremizdekilere destek olmak, barışa sahip çıkmak, adaletsizlikler için mücadele etmek, birbirimizin yanında güvende hissedebileceğimiz alanlar yaratmak gibi şeyler geliyor aklıma. Hiçbir şey yapamıyorsak mesela, kendi içinde bulunduğumuz avantajlı konumları sorgulamakla başlayabiliriz sanki. En kötü ihtimalle hem biraz özgürleşmiş hem de biraz diğer canlılarla yakınlaşmış oluruz.