Beril Açıkgöz, berilacikgoz@gmail.com

Burası Romanya-Macaristan sınır karakolu. Arad’ın bir şehrindeyiz ama tam olarak neresi bilmiyorum. Saat gece üçü biraz geçiyor. Vizemizin Romanya’ya girmek için uygun olmadığı gerekçesiyle apar topar trenden indirildik. Arkadaşım çok gergin, yüzü beyazlamış, eli ayağına dolaşmış durumda. Bense kaç gündür uykumu alamamanın verdiği bezginlikle yataklı vagonun cânım ranzasından güç bela kalkabildim.
Utanmasam polislere beş dakika daha diyeceğim. Belki abarttığım düşünülebilir ama hayatımın en tatlı, en güzel uykusunu uyuyordum. Macaristan’ın dümdüz yollarından kırlarından bayırlarından küçük kompartmana dolan kokuları aldığım, tıkır tıkır trenin sesine bata çıka, arada aralanan gözlerim pencereden Samanyolu’nu kesiyordu ve trenin her salınışında annemin beşiğinde tıngır mıngır sallanıyordum adeta. Ancak gelin görün ki bir ülkenin sınırına uygun olmayan bir vizeyle girmeye çalışan iki şüpheli şahıstık ve bunun şakası yoktu!
Dört saat önce kutu gibi vagonumuza iki adet üçlü ranza sığdıran zihniyete hayretler ederek ayakta zor durduğumuz kompartmanda, yataklarımıza nevresimleri özenle yerleştirirken, nereli olduğumuzu sorarak bu sıkışıklıkta rahat edemeyeceğimizden adı gibi emin olan tren çalışanı Romanyalı bey bize iki kişilik yataklı kompartman satmaya çalışıyordu. Anladık ki her şeyin olduğu gibi bunun da bir çeşit kara borsası vardı. Bir süre sonra yiyeceğimizin az olduğunu ve su almayı unuttuğumuzu kendisine anlatmaya çalışırken, adamcağızı o kadar bunaltmış olmalıyız ki, bize bir buçuk litrelik bir şişe su ve kocaman bir kraker verdi. Keyfimize diyecek yoktu doğrusu. En üstte yatan ve arkadaşım sayesinde Almanca anlaşabildiğimiz Romanyalı anne kız ve utangaç, anadili bile olmadığını düşündüğüm amca ile yolculuk başladığında, bir şişe şarabımız iç gıcıklayan ekşilikteki kokusu ile bize eşlik etmeye hazırdı. Dünyanın dört bir yanından farklı farklı dillerdeki şarkılar ağzımızdan çıkarak kompartmanda birbirini kovalayıp, birbirine karışırken, şişenin dibini görmeye başladık ve sonunda yataklara çekilmiştik.
Polisler “bizimle geliyorsunuz” dediğinde ortalık o kadar sessizdi ki, sessizliği bozan tek şey çantamı sırtıma alırken şarap şişesinin çantamı aldığım boşluğa doğru yuvarlanarak çıkarttığı sesti. Hoş çerle çöple ilgilenemezdik çünkü zaten bir ülkenin sınırına dayanan çer çöp bizdik o an. Şarap şişesi yuvarlanırken, trendekilerin uyku mahmuru bakışları arasında, polisler önde biz arkada karakolun yolunu tuttuk.
Sınır karakolu üç katlı bir bina. Yanından gündüz geçiyor olsam kesin fotoğrafını çekerdim. Çünkü bizler bir süredir toplumsal olarak, bir bütün halinde yani, kentleşiyoruz: Toplumsalın tüm geçmişini ve hafızasını (sembolik olarak da) silerek tek tipleşen bir kentsel politika, elden ne gelir! Bu halden, yani bir çeşit, yersiz yurtsuzlaşmadan o kadar sıtkımız sıyrılmış ki gecenin karanlığında birazdan bizi yutacak olan bina bile hoşumuza gidiyor. Sınır karakolunun büyücek giriş kapısı yüksek tavanlı bir küçük hole açılıyor. Holün sağında merdivenler var, solunda ise bir büyük masa ve iki sandalye. Giriş kapısının hemen karşısında kodes var. Holün bir yerine demir parmaklık koymuşlar ve bir kısmı kodes oluvermiş. Kodesin sağ tarafında üst üste konmuş matlara yatmış bir adam, en dipte karanlık bir köşede bank ve bankın üzerinde yatan şapkalı bir adam ve ayakta dikelen uzunca bir adam var. Gecenin karanlığı ve polislerin manasız cakasına karşın bize sırıtan tek yüz kısa boylu, kapkara tenli ve dazlak kafasıyla, yatan adama ait. O sırıtış “vayy ilk defa mı düştünüz buralara” der gibi, sonunda bir oyun arkadaşı bulan yaramaz çocuklar gibi. Aslında daha çok bizim suratımızdaki şaşkınlık ve acemilikle dalga geçer gibi. Bizse bu acemiliği örtmeye çalışan ‘cool acemiler’iz. Ufak bir baş selamı ile “hey dostum kim olduğunu bilmiyorum ama aynasızlar lanet olsun” bakışı atıyoruz.
Sınır karakolunun sessizliği birazdan birbirine bir şeyler anlatmaya çalışan; bir tarafın manasız bürokrasiye gömüleceği, diğer tarafınsa mantık hatası çatlaklarından yürümeye çalışacağı diyaloglar silsilesi ile dolup taşacak. Hatta bu manasız konuşma uzay boşluğunda yankılanarak hiç yok olmayacak, ne yazık. Arkadaşım polislere yaptıkları şeyin mantıksız olduğunu anlatmaya çalışıyor. Polislerse bu vizenin Romanya için geçersiz olduğunu ama önce Macaristan yerine Romanya’ya girseymişiz o zaman geçerli olabileceği gibi mantığımızın pek almadığı açıklamalarda bulunuyor. Bir anda küçük hole bir sürü polis doluşuyor. Kodestekilerden küfür olduğunu tahmin ettiğim homurtular yükseliyor. Ama ne denediysek boş!
Polislerden ikisi kadın. Kadın polislerden esmer uzun boylu olan, biz anlattıkça suratında oluşan, duygularını gizleyemediği ifadeden anlaşılıyor ki, bize hak vermekte. Kısa sarı saçlı olan ise (sarı saçlar boya, çünkü dibi gelmiş) hiç sesini çıkarmıyor. Polislerin arasındaki münakaşadan sonra, içlerinden en yaşlısı, hiç İngilizce bilmeyeni (ya da bizimle konuşarak muhatap olmak istemiyor) mavi gözlü polis bağırtıyla kapıya gidiyor ve sigara yakıyor. Esmer uzun boylu kadın polisi kınayarak bakıyor. Ve nakavt: Sarışın 1-0 önde hem de hiç sesini çıkartmadığı için. Aynı statüde olmalarına rağmen onaylanmak sarı (boyalı) saçlı kadın için önemli sanırım. Bunu dudaklarının kenarındaki küçük tebessümden görebiliyorum.
Hiç İngilizce bilmeyen polisin bizden nefret ettiği çok açık. Ama hayat bize yaşadığımız hiçbir şeyi kişiselleştirmememiz gerektiğini öğretmişti. Şu an yaşadığımız her şey; bizi sınırın diğer tarafına almamaları, bize karşı olan bu nefret, belki de, tam da şimdi, dünyanın başka yerlerinde başkalarının da başına geliyordu. Sınırlar, nefret dört bir yanımızda. Sınırlar, nefret gündelik hayatımızda, sokaklarda, enformel iş gücünde, insanlarla gündelik ilişkilenmelerimizde…
Kim olduğumuzu pasaportlarımızdan görebiliyorlar mı acaba diye düşünüyorum. Gerçi kim olduğumuzun, statülerimizin, şu hayatta yaptıklarımızın hiçbir önemi yok sanırım. Sınırda olmak bütün kimliklerden arınması insanın. Çünkü sınırda bir bizler var, bir de onlar. Sadece iki rengin olduğu bir dünyada, siyah ve beyaz arasında sıkışan başka bir renksin: Özcesi istenmeyensin. Bir ülkeyi arkana bakmadan terketmek zorunda olduğun zamanlarda olamadığın beyaz veya siyaha karşı olamayacağın siyah veya beyazsın.
Mavi gözlü polisi düşündüm. Sürekli sınırda olma hali nasıl bir şey acaba? Sınırda bu nefretle insan kalabilmek, sürekli ‘bizden’ olarak görmediklerinden nefret ederek yaşamını sürdürmek nasıl bir şey? Yoksa nefret etmek sadece işinin bir parçası mıydı sıradan bir memur olan bu adam için. İyi bir vatandaş olabilmek için otoriteyi içselleştirmiş, sadece ülkesi için iyi olanı isteyen ve bunun için en ufak bir şeye dahi müsamaha göstermeyen, içi rahat, gönlü ferah sıradan bir memurdu kötücül nefret çoğu zaman. “Neden böyle?” diye sorulunca, “ben sadece işimi yapıyorum” diyordu; ya da “ben sadece ülkemi seviyorum”. “Hani şu sınırları neye göre belirlenmiş bilmediğim yer var ya, işte onun içinde yaşayanları, onun dışındakilere karşı koruyorum” diyordu.
***
“Onlar neden kodese gelmiyor?” dedi kodestekiler hep bir ağızdan. “Bak benim de Şengenim var,” dedi koyu tenli dazlak olan. O an farkettim ki ağzının ön tarafında koca bir boşluk vardı ve bu dişsizlik hali, tavırlarındaki gayri ciddi hali daha da perçinliyordu. Holde iki kadın polisle başbaşa kaldık bir ara. Ve başladı anlatmaya dişsiz olan: “Ohoo bu sadece tek gecelik bir gözaltı, ben 10 yıl yattım cezaevinde. Hem Şengen vizem de var.” Etrafa caka satmak isteyen bu cümlenin sonuna iliştirilen Şengen ayrıntısı, Şengenin ne olduğunu pek de bilmediğini ama durumu bizle eşitlemeye çalıştığını gösteriyordu. Bu sıkıcı hikayenin en heyecan verici yerleri buralar olsa gerekti. Öyle ya amacı dört kadını etkilemekti…
O an aklıma telefon operatörünün yurt dışına çıkınca acil durumlar için aranabilecek bir numara içeren mesaj gönderdiği geldi. Gönderilen numarayı aradım. Telefonun ucundaki Hüseyin Bey’e durumu anlatıyorum. Sesim o kadar sakin çıkıyor ki, fazla sakinliğimden ürkmüş olsa gerek, Hüseyin Bey üst üste sakin olmamı tembih ediyor, ben size döneceğim diyerek telefonu kapatıyor. Bir süre sonra Bükreş büyükelçiliğinden arıyorlar. Beril hanım Romanya’ya giremezsiniz. Önerimiz derhal Budapeşte’ye dönerek İstanbul’a geçmeniz… İçinde pek de çözüm olmayan bir çözüm. Lakin anladığım şey Romanya’ya giremediğimiz.
İngilizceyi en iyi bilen polise, elçiliği aradığımı ve onların da “sizin dediğiniz gibi giriş yapamayacağımızı” söylediğini söylüyorum. Yapabilecekleri bir şey olmadığı konusundaki mutabakatımızdan sonra, zafer edasıyla bir sigara yakıyor içerde. Sigarayı bir tek o içerde içiyor; öyle ya bizle en iyi iletişimi o kurmuş ve sonunda diyalog siz de emir kulusunuz, haklısınız, napalım kıvamına gelmiş.
Muhabbetin geldiği bu kıvamı enseye şaplak noktasına getirmenin bir sakıncası olmadığını düşünerek birer sigara istiyoruz. Kibarca bir paket uzatılıyor. Muhabbetin geldiği bu halden pek de şikayetçi olunmadığını gösteren bir ikram bu. Ama ‘aynasızlar dostum’ tavrımızı da bir şekilde korumaya çalışarak ateşi de kodestekilerden alıyoruz. Sigaraları yakıp dışarı çıkıyoruz. Sigaradan bir nefes alıp göğe bakıyorum. Yaz olmasına rağmen hava ayaza kesmiş. Ah bir yudum palinkamız olsaydı şimdi. Bir yudumu yeterdi bizi ısıtmaya ve tatlı bir mayhoşluk verirdi bize. Polisler nasıl dayanıyor bu soğuğa acaba diye düşünürken pencerenin pervazında, dibinde sadece birkaç yudum kalmış 70lik bir vodka şişesi gözüme çarpıyor.
İçeri girdiğimizde uzun boylu adamın kodesin karanlığından bize doğru gelince gözünün hemen altındaki gözyaşı dövmesini fark ediyorum. Gözyaşı geceye karışıyor, içimize serpiliyor… Kodestekilerle aynı yaşlardayız. Ve biz nasıl kayıp bir nesiliz, nasıl sıkışmış. Savaşların gölgesinde kurulmuş benliklerin yetiştirdiği bir garip kuşak. Pek çok yönden ortaklık kuramam belki: Örneğin acı veya nefret duygusuyla ortaklık kurmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu biliyorum. Birbirini neden-sonuç ilişkisi gibi tamamlayan ve ülkelere haiz olarak bir dikatomiye dönmüş mutluluk, mutsuzluk durumlarıyla da ortaklık kuramam. O an anladım ki bizler insan denen canlıya karşı derin bir hayal kırıklığı yaşıyorduk. Biricik insan projesi fena patlamıştı ve işte bu hayal kırıklığı bizim neslin ortak duygusuydu…
Sırbistan’dan ilk illegal çıkışları olmadığını anlatıyor şapkalı olan. “Sürekli deniyoruz çünkü kaybedecek bir şeyimiz yok!” O kadar yapılacak bir şey yok ki. Yoksa bu ayazda, bu muameleye maruz kalarak sabahlamak gibi bir hobisi olamaz insanın!
***
Günler sonra Tuna nehrinin kenarında bir bankta oturuyorum: Doğu Avrupa seyahatim süresince yaşadıklarımı, tanıştığım gençleri yani bir tarafta zulüm görmüşler, bir tarafta zulmetmişlerin kuşaklar sonrası torunlarını ve sınır karakolundaki o geceyi düşünüyorum. İnsanları ölüme gönderenlerin bütün günahlardan muaf tutulması gereken torunlarına, bu katliamların yansıması nasıl dönüyor veya hiçbir zaman halklar nezdinde devletlerin yüzleşemediği katliamların, kuşaktan kuşağa aktarılan acıları nasıl yansıyor hayatlara.
Bu sıkışmışlık hissi, bu tahammülsüzlük, bu nefret, bu sınırlar uzunca bir süre daha var olacak korkarım.
Bütün bunları düşünüyordum, sonra uzunca bir gemi geçti Tuna’dan. Bir martı geçti yanıp sönmeye başlayan ışıkların arasından. Buradaydım, geçmişten birilerinin aynı manzaraya bakarak durduğu bu noktada. Bir nefes aldım, bir nefes verdim. Gece oldu.