Atık nasıl değerlenir?

Pınar Yeşil Şenses, pinar.yesil@yahoo.com

nuri-azbar

Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi (ÇEVMER) Müdürü ve Biyomühendislik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nuri Azbar ile atıktan değerli ürün eldesi, çevre bilincinin geliştirilmesi yolunda atılan adımlar ve sürdürülebilirlik konularını konuştuk.

Modern kapitalizm sağ olsun, kendini ekonomik büyümeye adamış bir düzende yaşıyoruz. Teknolojiyi geliştirip satanından tutun da son tüketiciye kadar doğaya yüz çevrildiği bir dönemdeyiz. Böylesine dizginlenmesi güç bir tüketim çağından geçerken atıktan değerli ürün eldesi fikri nasıl ortaya çıktı?

Sanayi Devrimi’yle birlikte, özellikle 1950’li yıllardan sonra, üretimle beraber tüketim alışkanlığımız da arttı. Tabii ekonomik refahla beraber de insanların konforlu yaşama erişim şansları oldukça yükseldi. Özellikle A.B.D. ve Avrupa’da… Ki Türkiye bunların içerisine hızlı bir şekilde dâhil oldu. Enteresan bir ülkede yaşıyoruz. Asgari ücretle yaşayan, buna rağmen en lüks cep telefonlarıyla gezebilen, bir taraftan da parasının hesabını bilmeyen, multitrilyoner insanlar var. Tüketim ihtiyaç olmaktan çıktı, hoyratça bir para harcamaya döndü. Hatırlıyorum, çocukluğumda 15-20 sene kullandığımız elektronik eşyalar varken şimdi yeni modeller çıktıkça, “Hadi bunu tükettik, atalım” der olduk. Ekonomik refahla ve artan tüketim alışkanlığı ile birlikte tüketilen malzemenin atığa dönüşmesi de kaçınılmaz hale geldi. Atığa atık gözüyle bakıldığında problem başlıyor zaten. Atığa kaynak gözüyle bakıldığında iş bir anda tersine dönüyor. Bir dezavantajı avantaja dönüştürmek mümkün. Özellikle geri dönüşüm-geri kazanım süreçleriyle, (3R deniyor (‘Recycle’, ‘Recover’, ‘Reuse’ (‘Geri Dönüştür’, ‘Geri Kazan’, ‘Yeniden Kullan’)) atığın bir değer olduğunun bilincine varıldı ve ‘sürdürülebilirlik’ kavramı devreye girdi. Şu sıralar sanayide ‘atık borsası’ diye bir kavram gelişti mesela.

Nedir atık borsası?

Nasıl borsada birçok ürün veya şirket satılabiliyorsa, atık da artık borsaya girdi. Türkiye’de de belli başlı sanayi odalarında bu uygulama var. Sizin atık olarak gördüğünüz, hatta tehlike arz ettiğini düşündüğünüz unsurlar, başkası için bir hammadde. Mesela çözgenler. Bunlar çoğunlukla son derece kanserojen, toksik malzemeler ama başka bir sanayici için kaynak oluşturabiliyor ve ekonomik değeri var. Atığa baştan savılması gereken bir malzeme olarak bakıldığında, bertaraf maliyetleriyle birlikte ciddi bir ekonomik sorun olduğunu görüyoruz. Sadece yasal bir sorun değil yani, ekonomik de bir sorun. Ama atığa ‘kaynak’ penceresinden baktığınız anda o atık artık size baş ağrısı olan bir malzeme olmaktan çıkıp bir yan ürün haline dönüşebiliyor. Bunu teşvik edecek, altını besleyecek süreçlere ihtiyaç var. Bunlar da bahsettiğim atık borsaları veya çevre farkındalığıyla yapılan üretim ve tüketimler.

Çevre farkındalığıyla yapılan üretimler demişken sizin de çalışma konularınız arasında olan biyorafineriden biraz bahsedelim. Öncelikle, neden ‘biyo’rafineri? Nasıl bir anlam yüklüyor bu biyo- takısı?

Rafineri denince akla gelmesi gereken, sürdürülebilir olmayan, başta fosil yakıtlar (petrol ve doğal gaz) ve petrol bazlı, çevreye zararlı, binlerce zehirli kimyasal. Biyorafinerideyse rafineriden elde edilebilecek tüm kimyasal veya benzeri ürünlerin aslında biyolojik kökenlilerle elde edilebilmesi durumu var. Kaynağı biyolojik olabilir, süreç/üretim biyolojik olabilir. Yani, yaşayan organizmalardan (bitki, hayvan, mikroorganizma farketmez) istifade etmemizi sağlayan bir seçenek biyorafineri.

Biyoyakıtlar, petrol gibi fosil yakıtlara ideal bir alternatif gibi lanse edilmiş olmalarına rağmen yaygınlaşmalarının önünde bir takım engeller var. Özellikle mısır, şeker kamışı gibi ekin kaynaklı üretimlerin hem gıda fiyatlarında artışa hem de ormanların talanına neden olduğu öne sürülüyor. Siz bu konunun geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biyoyakıt hususunda sürdürülebilir tarım çok önemli. Şimdi siz kalkıp da biyoyakıt üreteceğim diye buğday ektiğiniz alanları yok eder, ormanları talan ederseniz kaş yaparken göz çıkarırsınız. Doğru rotalar seçilmesi lazım. Biyoyakıtlar arasında yer alan ve yaygın olarak kullanılan biyogazın çok daha çevreci olduğunu görüyoruz. Üretimi daha atık odaklı. İşin bir de ekonomik boyutu var. Fosil yakıtlar biyoyakıtlara göre çok daha ucuz kalıyor. Bu, organik domates üretmeye benziyor. Milyonlarca ton hasat yapabildiğiniz geleneksel domatesin yanında organik domates üreteceğim dediğiniz zaman haliyle üretimleriniz düşüyor. Hormon, zirai ilaç kullanmadığınız, daha doğal yöntemlerle uğraştığınız için masraflarınız artıyor. Biyoyakıtların ayakta kalabilmesinin tek yolu devlet teşvikleri. Avrupa’ya baktığımız zaman, örneğin Almanya biyogaz konusunda lider konumda. Sadece elektrik ve ısı üretimi için değil, toplu taşımada da doğal gaz eşleniği bir yakıt olarak kullanıyorlar. Biyokütle tabanlı (biyogaz) toplu taşımacılık sistemlerine geçilmesinin önünde bir engel yok. Ben, kişisel olarak, 2005’ten bu yana ‘Çöple ve Çamurla Çalışan Otobüsler’ kavramı üzerine farkındalık yaratmaya ve başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere ilgili belediyelerin dikkatini çekmeye çalışıyorum.

Çok enteresan gelecek bu son cümleniz okuyuculara.

Bunu deme sebebim şu: Örneğin İzmir’i ele alalım. İlimizde her gün 4000 tonun üzerinde çöp çıkıyor. Ve her gün 2000’in üzerinde toplu taşıma aracı şehri dolaşıyor. Artık İZBAN ve metroyla beraber tramvay da aktif hale getirildi ama hâlâ fosil yakıt kullanan otobüsler var. Oysa, atık gözüyle baktığımız çöp, arıtma tesislerinden çıkan biyokütleyle (çamur diyoruz ona) birlikte bu otobüslerin hepsinin yakıtını karşılar. Büyükşehir belediyesinin satın aldığı elektrikli otobüslerin elektriğini de karşılar. Hatta üstüne metronun en az bir aylık elektriği de çöpten sağlanabilir! Bu yolla, baştan savılması gereken, atık gözüyle baktığımız bir malzeme döner dolaşır karşımıza ekonomik değeri olan çevre dostu bir çözüm olarak çıkar. Sürdürülebilir toplumların tek seçeneği de bu olsa gerek.

Aslında değerlendirilmeye muhtaç inanılmaz bir potansiyele sahibiz.

Aynen öyle. Türkiye enerji açısından fakir ve dışa bağımlı ama bir o kadar da yüksek bir potansiyele sahip. Kendi kendimize yetebiliriz, hatta Avrupa’ya enerji satabiliriz. Bunu değerlendirmiyoruz. Kendimizi meşhur çizgi karakter ‘Varyemez Amca’’ya benzetiyorum ben. Doğru uygulanmak koşuluyla bizim rüzgar enerjisine, güneş enerjisine ve hidroelektrik santrallere ihtiyacımız var. Güneş enerjisi dediğimiz zaman, örneğin Almanya’da güneş panelleri çok yaygın ama efektif ışıma süreleri yılda 3 ay. Türkiye’de bu süre tam 9 ay. Ama biz güneş enerjisini nerede kullanıyoruz? Yazlıklarımızda duş almak için! Hâlbuki bütün evlerde güneş enerjili çatı sistemlerine geçilmesi lazım.

nuriazbarrîp
Çizim: Pınar Dönmez

Yakıt konusuna geri dönecek olursak petrol denince akla kaynakları arasında olduğu plastik de geliyor. Dünya çapında bir ‘anti-plastik’ hareket söz konusu. Onlarca yıldır paketleme sektörünün göz bebeği haline gelmiş plastik artık çoğu insan tarafından eleştiriliyor. Ekolojik dengeye verdiği zarar ayrı problem, içerdiği bisfenol A’nın sağlık üzerine etkileri (tartışmalı da olsa) ayrı problem. Petrol rezervlerindeki azalma nedeniyle sürdürülebilirliği keza öyle. Nedir bizim bu plastikten çektiğimiz?

İnsanoğlu 1950’lerden beri 9 milyar tondan fazla plastik üretimi yapmış. Devasa bir rakam! Ve bunun sadece %9’unu geri kazanmış. %12’sini yakmış, ki bu da son derece tehlikeli. Hangi şartlarda gerçekleşmiş bilmiyoruz. Geri kalanlar sürekli bir yerlere istiflenmiş ve sonunda kendilerini okyanusta bulmuşlar. Plastikten oluşmuş adalar, vücudunu plastik sarmış canlılar var! Evet, plastik belki çok konforlu ve ergonomik ama işe bir de çevreci gözüyle bakmamız lazım.

Alternatifimiz var mı?

Araba lastiğinden poşete kadar birçok plastiğin biyoteknolojik yöntemlerle üretilebildiğini ve üretim ömrü dolduktan sonra hurdaya çıktığında da doğada biyolojik olarak parçalanmaya uygun hale getirilebileceğini artık biliyoruz. Bizim de bu konuda TÜBİTAK tarafından desteklenmiş ve plastik sanayinin önemli aktörlerinin dikkatini çekmiş çalışmalarımız oldu. Poli (trimetilen tereftalat) (PTT) denilen, araba parçalarından evdeki poşetlere kadar her yerde kullanılabilen, plastiğin hammaddesi olan bir biyopolimeri (1,3-Propanediol (PDO)) biyolojik olarak, çevre dostu mikroorganizmalar yardımıyla elde ettik. Bakterilerin bünyesinde büyüyebilen plastik hammaddeleri de var. Alternatif çok. Doğa bize bunların hepsini bahşediyor. İyi algılamak ve gözlemlemek gerek. Yalnız, gözlemlerken gözdeki kataraktı kaldırmak lazım.

Çevre konusuna biraz da Türkiye özelinde bakalım. Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) 1995-2016 yılları arasında belediye atık miktarlarını açıkladığında gördük ki kişi başı belediye atık miktarında ülke olarak bir miktar düşüş yaşamışız. Bu iyi haber. Ancak işin bir de bertaraf kısmı var. Bu konuda ne durumdayız?

Türkiye’de atığın %99’u aslında depolama sahalarına gidiyor. İzmir’deki Harmandalı gibi… Kişi başı günlük ortalama atık miktarımız 1-1,5 kilogram civarında. Ekonomik olarak daha gelişmiş ülkelere doğru gidildikçe bu rakam önemli ölçüde artıyor. Türkiye’nin 80 milyon nüfusu olduğunu düşünürsek yılda ortalama 30 milyon ton atık çıkıyor. Yani, yılda kişi başı yarım tona yakın atık çıkarıyoruz. İşte bu atığın en büyük kısmı depolama sahalarına gidiyor, ‘gözden uzak, gönülden ırak’ yöntemiyle depolanıyor.

Depolama sahalarının belediye çöplüğünden farkı ne?

Belediye çöplüğü ve depolama sahaları aslında aynı yerler. Tek fark şu, depolama sahaları teorikte deponi tekniğine uygun şekilde tasarlanmış ve yapılandırılmış (30-40 metrelik çukur alanlar tercih ediliyor), yağmur ve sızıntı suyuna karşı korumalı alanlar. Bu alanlarda aynı zamanda sızıntı suyunun arıtılması, çürüme sonucu açığa çıkan metan gazının bacalarla toplanması ve hatta jeneratörlerle bu gazın yakılarak elektrik eldesinde kullanılması da söz konusu.

Peki ya pratikte?

İzmir, İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyelerinin belediye çöplükleri bu teknik gereksinimleri, ideal olmasa da en iyi şekilde karşılayan depolama sahalarına sahipler. Ancak ekonomik gelişmişlik sıralamasında daha geride kalan belediyeler çöpleri belediye çöplüğü adı altında seçtikleri vahşi depolama alanlarına istifliyorlar. Şu an Türkiye’nin %50’den fazlası maalesef böyle.

Bir de tabii tehlikeli atıklar var. Bu atıkların yönetimi son derece hassas bir konu. Tehlikeli atık oluşumunun en aza indirilmesi ve oluşan atıkların en düzgün şekilde bertaraf edilebilmesi için atık üreticilerine ne görev düşüyor?

Tehlikeli atığın tanımı tam 13 tane parametreyi kapsıyor. Radyoaktifinden tutun da harlayıcı, parlayıcı, patojen… Bunların bir tanesi bile o atıkta mevcutsa bu atığın hemen kentsel atıktan ayrılması ve özel olarak işlem görmesi gerekiyor. Hastanelere baktığımız zaman tonlarca tıbbi atık çıkıyor. Eğitim-araştırma kurumlarında tonlarca kimyasal çıkıyor. Çevre Bakanlığı tıbbi atıkları birebir denetliyor ama üniversitelerin diğer birimlerinde yeterli denetim yok. Biz üniversitede beş yıl önce örnek olması açısından bir çalışma başlattık. Üniversite çalışanlarına eğitimler verdik. Tehlikeli atıkların ayrılması, kimliklendirilmesi, ayrı istasyonlarda depolanması, ana istasyona çekilmesi ve son olarak da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan lisans almış yetkili firmalarla bertarafa gönderilmesi aşamalarını sıkı bir şekilde denetliyoruz. Artık diğer üniversiteler de bu sistemi kurmak için bizden destek talep ediyorlar. Aslında tehlikeli atık konusunda bir de kimsenin görmediği bir tehlike var. Evlerde kullanılan klorak vb. temizlik malzemeleri, böcek öldürücüler, piller, floresanlar, kartuşlar da çok önemli birer tehlikeli atık.

35 sene önce yürürlüğe girmiş bir Çevre Kanunu’muz var. Ve bu kanunda ‘sürdürülebilir çevre’ terimi geçiyor. Tanımında gelecek kuşaklar için çevresel değerlerin her alanda korunmasından bahsediliyor. Gelecek kuşak diye tanımlanan kuşak hâlihazırda geldi ancak maalesef çok da sağlıklı bir çevreden bahsetmek mümkün değil. Mevzuatta ya da uygulanmasında sıkıntılar olduğunu düşünüyor musunuz?

Geçmişten bu güne önemli bir yol kat edildi, ama hâlâ çok eksiklerimiz var. Avrupa Birliği’ne katılım için çevre müktesebatına uyumun sağlanması bir ön koşul. Bunun faydalarını gördük. Büyükşehirlerde bu uyum süreciyle ilgili adımlar atıldı ancak bunu Türkiye’nin geneline yaymak lazım. Belediye başkanlarının vizyoner olması son derece önemli. Çevre maalesef uzun yıllar yanlış bir bakış açısıyla ölü yatırım olarak görüldü bu ülkede. Hâlâ da bu şekilde görenler var. Çok bilindik bir laf ama “Eğitim şart”. Sanayide de, sorumlu olduğu ya da üzerine çalıştığı üretim veya hizmet ne ise buna odaklanmış ama çevresel bir takım unsurları göz ardı eden çok fazla sanayicimiz var. Şu anda Cumhurbaşkanlığı’nın da özel olarak desteklediği Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na ait bir “Sıfır Atık” projesi var. Tüm kurumları kapsayan bir proje bu. Bahsettiğimiz bu depolama sahalarından uzaklaşma, geri dönüşüm-geri kazanım stratejilerini teşvik etme üzerine çalışılması planlanıyor.

Anladığım kadarıyla asıl sıkıntı uygulamada…

Evet. Aslında kanunlar var. Kanunda ambalaj atığının ayrı toplanması gerektiği belirtiliyor mesela ama uygulamaya gelince sıkıntı başlıyor. Kanunlara sırt dönülüyor, kanunsuzluğa göz yumuluyor. Şu an sadece büyük alışveriş merkezlerinden ve sanayilerden toplanıyor ambalaj atıkları. Belediyeler, çoğu apartmana atıkların ayrılması için teknik altyapı sağlamıyor. Teşvik edecek, motive edecek bir sistem yok; korkutacak bir ceza da yok. Bir takım pilot çalışmalar var ama yıllardır pilotun üstüne geçemediler! Gönüllülük esasına dayalı bir sistem var. Hava kirliliği açısından bakacak olursak dar gelirli ailelerin kışın ne yaktığı muamma. Kömür alamayan aileler çocuk bezi, lastik terlik vb. plastik malzemeler bile yakabiliyor. Bu ailelere düşük maliyetlerle biyoyakıt verilebilir. Atıkları “atalım, kurtulalım” zihniyetinden bir an evvel kurtulmamız lazım. İlkokullarda çevre derslerinin verilmesi, farkındalığın arttırılması lazım. Birleşmiş Milletler’in bir sloganı var, “Tek Gezegen”. Neredeyse 10 trilyon galaksi olabileceği öne sürülüyor. Bunların içerisinde matematiksel olarak, onlarca Dünya benzeri gezegen olduğu tahmin ediliyor ama şu an elimizde somut bir tane var. Değerini bilmek lazım.

Bir yanda “Tek Gezegen” diyen bir Birleşmiş Milletler, diğer yanda hem Kyoto Protokolü’nü imzalamaya yanaşmayan hem de fellik fellik alternatif gezegen arayan bir A.B.D. var!

İnanılmaz bir ironi, evet. Kyoto Protokolü’nü imzalamayan, muaf tutulan ama bir yandan da bu protokolü ilgilendiren konularda devasa salımları olan ülkeler var. A.B.D., Çin, Hindistan gibi. Çin’e baktığımızda mesela devasa bir sanayi var. Neredeyse her gün bir termik santral açacaklar! Kömüre dayalı bir enerji politikaları var. Aslında çok enteresan bir ülke onlarınki, iki uç noktada yaşıyorlar. Bir yandan termik santral açıyorlar, öte yandan da dünyanın en büyük solar panellerini, rüzgar santrallerini yapmanın peşindeler. Avrupa bilinçlenme yönünden hepsini geçmiş durumda. Yalnız, çevre problemini bir kova olarak düşünürsek yandaki deliği Avrupa tıkayabiliyor belki ama bir bakıyorsunuz kovanın dibi çıkmış.

Son olarak, ÇEVMER’in faaliyetlerinden de biraz bahsedelim istiyorum. Ege Üniversitesi’nin 5 yıllık bir geçmişe sahip “Yeşil Kampüs & Sürdürülebilir Üniversite” çalışması ve bu çalışma kapsamında oluşturulmuş bir stratejik planı mevcut. Konulan hedefler doğrultusunda ne kadar yol kat edildi?

Biz topluma örnek olmak isteyen bir kurumuz. O yüzden bir “Yeşil Kampüs & Sürdürülebilir Üniversite” vizyonumuz var. Oluşturulan stratejik planın içerisinde Rektörümüz ve Rektör Yardımcılarımızın önderliğini yaptığı, çevre odaklı üniversite yönetiminden tutun da sürdürülebilirlik farkındalığının arttırılmasına yönelik eğitim çalışmalarına kadar her şey var. Temel hedefimiz ‘sıfır karbon’ ve ‘sıfır atık’. Karbon ayak izimizi çıkardık. Binalarımızı kendi atıklarını özütleyebilen, doğa dostu malzemelerle inşa edilmiş akıllı, yeşil binalara dönüştürmek istiyoruz. Kampüs içerisinde fonksiyonel botanik bahçeleri ve sulak alanlar yapmak mümkün. Su hasadımızı arttırmak istiyoruz. Çevre dostu ulaşım kapsamında bisiklet yollarının arttırılması, elektrikli ring seferlerinin yapılması planımız var. İki yıldır da sessiz sedasız uluslararası ‘GreenMetric’ sertifikası alıyoruz. Çevre Bilimleri Anabilim Dalı’nda ve ÇEVMER’de de çevre nosyonuna sahip yönetici adaylarının yetiştirilmesi ve bu insanların birer nefer olup yurdun dört bir yanına dağılarak gittikleri yerlerde çevre kültürünü tohumlamaları için var gücümüzle çalışıyoruz.

Reklam

1 Comment

  1. İst.B.Şehir Bel.Bşk.sayın İmamoğlu’nun bu konuda yeni ve Avrupa’nın en büyük tesisini açması gerçekten İstanbulumuz ve ülkemiz için çok sevindirici ve gurur verici bir yatırımdır.
    İnşallah diğer belediyelerimizde bu tesislere gerekli önemi verirler.
    Bilginize saygılarımla.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s