Beril Açıkgöz, berilacikgoz@gmail.com
Teknoloji konusunda birkaç sayfalık bir yazı yazmanın, bu kadar konuşulan, yazılan, çizilen bir konu hakkında bir şeyler söylemenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Çok yazılıp çiziliyor, çünkü üzerinde en fazla yatırım yapılan alan ve çok hızlı gelişmelerin de gözlendiği bir alan. Teknolojinin insan aklının algılamakta zorlandığı bir hızda ilerlemesinin ötesinde, bu hızlı ilerlemenin neticesinde zaman zaman -günlük hayatımıza sirayet ettiği kadarıyla- teknoloji ile başa çıkmakta zorlanıyor ve zamansal olarak algımızın ötesindeki bu gelişmeyi yorumlamaya çalışıyoruz.
Teknolojik gelişmeleri günlük hayatımızda nasıl yaşıyoruz peki? 90’lı yıllarda bilim kurgu filmlerinin veya romanların öngördüğü gibi uçan arabalarımız yok, ayda bir değişiklik olsun diye veya özel günlerimizde Mars’ta bir gezintiye de çıkamıyoruz henüz. Biz genel olarak –belki de şimdilik demek daha doğru- teknolojik gelişmeleri sosyal ağlarda var olarak yaşayabiliyoruz. Sosyal ağlarda kendimizi sergiliyor, başkalarını beğeniyor, takip edebiliyor, arkadaş olabiliyoruz. Herhangi bir etkinlikten anında haberdar olabiliyoruz. Telefonumuzun konum bilgisinden uçağa geç kaldığımıza ve yola çıkmamız gerektiğine dair uyarı alabiliyoruz. Bizim için program yapıyor, bizi uyandırıyor, bize yol tarif ediyor, anneannemizin çok gizli kurabiye tarifini bizimle paylaşıyor… Bütün bunlar bir tarafa pek çok kişi tarafından benimsenen bir görüşe göre sosyal ağlarda geçirilen sürenin gerçek dünyada iletişim kurma becerilerimizi, gerçeklik algımızı, düşünme tarzımızı değiştirmekte olduğu da tartışmasız bir gerçek.
Beden ve teknoloji üzerine yazılar, çiziler büyük çoğunlukla tıp alanındaki teknolojik gelişmeler ile alakalı. Bunun dışında teknolojinin zaman ve mekân üzerindeki etkisi de bedeni dönüştüren bir süreç. Teknoloji zamanı ve mekânı gittikçe daha soyut bir forma sokuyor. Mekân önemini yitirebiliyor. Yapılabilen basit görüntülü görüşmelerden bahsetmiyorum, “hologram telepresence”lardan (1), 3D sanal ışınlanmalardan (virtual transportation), 3D hologram toplantılarından, yani fiziksel olarak bir mekânda olan bedenin, sanal olarak başka bir mekânda gibi görünmesinden söz ediyorum. Veyahut bir mekâna gitmeseniz de, sanki o mekândaymışsınız gibi gezerek deneyimleyebildiğiniz veya tarih öncesi zamanlarda yaşanan önemli olayları kendi gerçek zamanınızda bir gerçeklik olarak izleyebildiğiniz -bedeni bir anlamda işlevsizleştiren- holo turlardan söz ediyorum.
Mekân, teknoloji ile birlikte katı formundan çıkarak akışkan bir forma bürünürken, bu akışkan mekân içerisinde bedenin konumu da değişiyor elbette. Beden yok olmuyor, ancak bedenin sınırları aşınıyor ve/veya değişiyor. Beden ve mekân arasındaki yerel ve semiyotik ilişki, teknoloji ile birlikte dönüşüyor.
En iyi versiyonumuza ulaşma ihtimalini müjdeleyen “biohacking”den söz edeceğim. Biohacking kabaca vücudumuzdaki biyolojik kodları değiştirmek, vücudumuzun biyolojisini yönetmek anlamına geliyor. Aslında 90’lı yılların sonlarında biyolojik deneyleri kendi üzerlerinde uygulayan az sayıda bilim adamı biohacking uygulamalarını başlatmıştı. Ancak biohacking asıl popülaritesini “kendin üret kendin tak” mottosuyla, bazen insanların evlerinde ürettikleri teknolojik bir aparatı vücutlarına eklemesi ile 2010’lu yıllarda kazanmıştı. Ellerini uzaktan kumandaya çeviren veya ufak bir sonar cihazı eldivenlere bağlayarak ellerine geçirebilen, klorin e6 enjeksiyonu ile karanlıkta rahatlıkla görebilen, kulağına bluetooth cihazı bağlayan gibi pek çok örneğini görmek mümkün.
Bütün bu çalışmalara baktığımızda gelinen nokta itibariyle yapay zekaya bağlı biyonik insanların geliştirilebileceği günlerin çok uzağımızda olmadığını görüyoruz. Peki insan bedeni bu durumdan nasıl etkileniyor? İşin psikolojik ve etik boyutlarını bir tarafa koyarsak, teknoloji ve bedenin birleşmesiyle insanın parçası haline gelen makine, bedeni beden olmaktan çıkarıyor mu?
Görsel sanatlarda yapılmış olan teknoloji ve beden temalı çalışmaların bu anlamda zihin açıcı olduğunu düşünüyorum. Örneğin Lucy McRae bu konuda çalışma yürüten önemli sanatçılardan biri. McRae kendisini vücut mimarı olarak tanıtan, bale eğitimi almış bir mimar. Philips Elektronik bünyesinde uzak gelecekte hayatın nasıl olacağı sorusundan hareketle kurulan araştırma ve tasarım laboratuvarını yönetmiş. McRae teknoloji ile birlikte değişmekte olan beden sınırları ile ilgili pek çok sanatsal projeye imza atmış. Çalışmalarını kişisel internet sitesinden takip etmeniz mümkün. McRae projelerinde sabun köpükleri, kağıtlar, çim gibi çeşitli materyallerin kullanılması ile farklı beden formları geliştirmiş. Bunlar, gelecekteki bedenlerin nasıl olabileceğini gösteren tasarımlar.
McRae’nin çalışmalarından en bilineni biyolog Sheref Mansy ile birlikte geliştirdikleri yutulabilir parfüm (swallowable parfum): Bu parfüm, bütün parfümlerin mantığını değiştirmekle birlikte, bedenin işlevini de dönüştürmektedir. Bu yutulabilen parfüm hapı, insan terlediğinde ter kokusu yerine içeriden dışarıya, parfüm salgılanmasını sağlamaktadır. Yani vücudun ürettiği ter kokusu yerine, aynı mekanizma ile üretilen bir parfüm kokusundan söz edebiliriz.
Beden, sosyal ilişkilerin kurulduğu zeminin en temel elemanıdır. McRae’nin bütün bu çalışmaları, beden ve teknoloji üzerine çektiği kısa filmler, her ne kadar tamamen kendi yorumuna dayanan, bedenin teknoloji ile nasıl evrimleşeceğine dair çoğunlukla kişisel fikirler olsa da, insanın ve bedeninin teknoloji ile değişen yaşam tarzlarına uyum sağlamak için değiştiği ve değişmekte olduğu bir gerçek. Teknolojik gelişmelerin bedene, toplumsala ve toplumsal bağlamda bedene etkisinin ne olacağı önümüzdeki günlerde daha çok gündeme gelecektir/gelmelidir.
(1) Farklı mekânlarda bulunan birden fazla kişinin, birbirlerini görerek toplantı yapmalarını sağlayan sistem.