Mert Öztürk, mertinmaili@gmail.com

Yıllardır bu anı beklemişti, ama şimdi, kendisine de rahatlıkla itiraf edebilecek kadar korkuyordu dışarıdan. “Soğukluğuna yaslandığım bu gri koridorda bile yaşamaya razıyım,” diye geçirdi içinden. Çok geçmeden elinde iki sayfa kağıt ile geldi gardiyan, “hadi şanslısın, bugüne yetiştirebildik seni, imzala şunları, biri sende kalacak, diğerini de bize bırakacaksın,” dedi. İmzalamam dese salmazlar mıydı acaba. Birbirine çok da benzetememişti imzaları, eli titreyerek uzattı. “ne zamandır kalem tutmadım, pek olmadı sanırım.”
Gardiyan, göz ucu ile baktı, “olmuş olmuş sorun değil, senin koğuşa gidelim çantanı al, nizamiyeye birlikte geçicez,” dedi. Yeni paspaslanmış koridorda ayak seslerini duymaya çalıştı, belli belirsizdi. Yönetim katına en yakın blokta kalıyordu. Çantası hazırdı. Koğuşları yenilemeye başladıklarından, tadilat süresince birçok kişiyi başka hapishanelere nakletmişler, sadece kendisi gibi tahliyesi yakın olanlar kalmıştı. Koğuştaki hepi topu altı kişi ile vedalaştı.
Kendi halindeydi, yıllardır sessizce yaşamış, ne kimseye bulaşmış ne de sesini yükseltmişti. İlk zamanlar kendini af çıkacağına çokça inandırmış ve zamanı düşünmemeye çalışmış, yıllar içinde televizyonda, gazetede af haberlerini en çok arayan da o olmuştu. İyi yapıyorsun derdi ranza arkadaşı, kendini bir nebze olsun kandırmadan dayanamazsın bu kodumunun hayatına.
Akvaryuma izin verilmişti iki sene önce, balıkların yanına gitti son bir kez baktı, balıklar ayrılacağını anlamışlar gibi cama yaklaştılar, ya da her seferinde o yem verdiğinden yine besleyecek de sanmış olabilirler.
Avludan geçtiler, kim bilir kaç defa saydığı kare taşlara son kez basıyordu, duralım ben bir kez daha saymak istiyorum dese gardiyan deli zanneder diye sustu. Ranza arkadaşı ile dertleştiği nadir günlerden birinde “biliyor musun mahpuslukta en hoşuma giden şey, avludaki taşları saymak,” demişti, arkadaşı önce gülmüş ama espri olmadığını anlayınca, “çay tabağının kıyısına koyulacak kadar akıl yok sende,” demişti. O gün bugündür kimseye söylemedi, hep içinden saydı. İlk seferler, her defasında farklı çıkardı sayısı ama zaman geçtikçe iyice belledi ki, iki yüz on bir tane taş vardı avluda. Acaba tadilatta, yerdeki taşları da kırıp atacaklar mıydı, bunu belki de hiç öğrenemeyeceğim diyerek hayıflandı.
İçeriye ilk giriş zordur derdi, Cihat ağabey. Nereye oturacağını nerede duracağını bile bilemezsin, sonrasında alışır ama insan. Alışmayıp da ne halt edeceksin zaten. Geçen kış öldüğünde cebinden yüz yirmi lira çıktı, bir de öldürdüğü karısının resmi. On dört yıl hiç sözünü etmemiş ama hep taşımıştı demek ki onun resmini. “Buradaki hemen herkes suçsuz olduğunu iddia eder ama ekserisi en az benim kadar suçludur, biraz dikizlenince çoğunun feleğin çemberinden geçmiş olduğunu kolaylıkla anlarsın” dediğinde o aslında hiç katılmaz, ama doğası gereği itiraz da etmezdi Cihat ağabeyine, çoğunlukla yaptığı gibi sessizce önüne bakmakla yetinir, onaylamış gibi bir ifade takınırdı. Kışları fena, bu duvarlar ciğerlerimizi çürütüyor deyişine ise katılmamak olanaksızdı, nitekim Cihat ağabeyin göğsüm ağrıyor demeye başlaması ile yatağa düşmesi bir olmuş, iki kere revire gidebilmiş ve birinde doktora gözükebilmişti. Hastalanıp bir ay içerisinde öleceksin deseler kendisi de inanmazdı muhtemelen. Aynı yaşlarda olmasına rağmen herkes gibi o da yıllardır ağabey diyordu, koğuşun sükunet ve huzurunun bekçisiydi adeta. İlkin, şimdi o yokken ne yapacağım bakalım bu çakalların arasında diye korkmuş, fakat sonrasında ilişmediklerini fark edince rahatlamıştı. Genellikle namusu için birini öldürenler saygı görürler içeride.
Çıkarken, demir kapıdan çok, devletin verdiği üç yüz liranın ağırlığını hissediyordu. “Sakın başka yer bakmaya çalışma, bu karttaki otele git, anlaşmamız var bir hafta ücretsiz kalabiliyorsun, müdür aradı zaten haberleri var sana yardımcı olacaklar” dedi gardiyan. İyi biriydi, çocuğu olduğunda hepsine fıstıklı baklava bile dağıtmışlığı vardı, öpüştüler helalleştiler. Yola doğru yürürken arkasından demir kapının sertçe kapanışını duydu.
Geniş bir oda, yüksekçe tavanlı eski döküntü bir otel, yerler kahverengi tahta. Yatak camın uzağında, geniş iki kişilik. Kocaman camlar, aynalı gardırop da var, aynası eskimiş. İlçenin merkezine kadar otobüsle gidersin demişti müdür, kırk dakika sürmez. Yürümüştü ama o, yirmi bir yılın acısını çıkartmak istercesine üç küsur saat yürümüş ve güneş batmasına yakın otele gelebilmişti. Aksilik çıkmadı, bir şey demesine kalmadan resepsiyondaki göbekli adam, “hoş geldin, geçmiş olsun,” diyerek karşıladı ve odasını gösterdi. “Bir haftan bugün değil yarın başlıyor; bugün beleşten yani” derken sesli güldü, gülüşü de kendisi gibi biçimsizdi. Merdivenlerden inerken eski müşterilerden biri “neymiş suçu biliyor musun” deyince, sormadım ama cinayettir, başka türlü yirmi küsur yıl yatırmazlar adamı diye cevapladı. Haklıydı. İki kişiyi öldürmüştü, biri kızı diğeri de onun sevgilisi.
Birkaç gün boyunca otelden sadece lokantaya gitmek ve iş bakmak için çıktı, içinden ne dolaşmak geliyordu, ne de insanlara karışmak. Bunca yıldan sonra dışarısı çok daha kalabalıklaşmıştı ve insanlar eskisi gibi değildi sanki. “Eğer iş bulamazsan, sefil olma, bir tanıdık var büyük atölye sahibi, ona git adımı ver,” demişti müdür. Zoruna gitse de el mecbur gitti buldu adresi.
“Ya sen tornacıymışsın da bizim buradakiler klasik torna tezgahı değil ki, hepsi nümerik kontrollü cihazlar” deyip yüzünü buruşturdu şirket sahibi. Epey genç gözüküyordu. İfadesini bozmadan, cep telefonunu alıp yazıhaneden dışarı çıktı. Belli ki cezaevi müdürü ile daha rahat konuşabilmek için yanından uzaklaşmak istemişti. Oysa ki ilk kapıdan girdiğinde müşteri zannedip nasıl da gülerek karşılamıştı. Nümerik olmasa da yapamam ki bu kadar yıldan sonra diye düşünerek daha da kararttı kendini, yerdeki laminantları bile saymak gelmedi içinden. Çaycı, demini almamış çiğ bir çay bıraktı önüne. Çayını bile özledim koğuşun, bizim meydancı nasıl da tavşan kanı yapardı diye iç geçirdi. İki günü kalmıştı otelde, sonrasında para ödemesi gerekliydi. Cebinde ise yüz yirmi lirası vardı.