Başak Bozkurt, basakbozkurt88@gmail.com
İsmi Sebla. Selma değil, Selda değil, Sebla. İsminin hakkını veren uzun kirpikli güzel gözleri var. Saçlarının uçları kırmızı. Kayıt gününden beri takip ediyorum kendisini. İlk yıl uzun saçlıydı, derslerde saçıyla oynar bazen kalemle topuz yapardı. Arkasına oturmayı başardığım ender zamanlarda kalemi çekip saçlarını özgür bırakmak isterdim ama hiçbir zaman denemedim. Daha doğrusu deneyemedim. İkinci sınıfta saçına perma yaptırdı. Üçüncü sınıfa geçerken saçlarını kestirdi. Sol perçemini kulak memesinin iki-üç parmak altında bırakıp uçlarını kırmızıya boyattı. Şimdi de böyle devam ediyor. Bu kadar detaya hâkim olmasına hâkimim ama arkadaşlıktan öte bir şey yok aramızda. Olur mu bilemiyorum. Olmaz herhalde. Yıllar içerisinde çeşitli girişimlerim oldu ama ne yazık ki bir sonuca bağlanamadı. Gerek böyle güzel bir kızın çoğu zaman yalnız kalmaması, gerek benim derslere devam edemeyişim, gerek sürü halinde takıldığımız arkadaş grubu derken baş başa kaldığımız anlar yeterli olmadı.
Bugün yine kararlı bir şekilde yeni bir girişimde bulunmaya karar vermiştim. Yarın devre laboratuvarının iptal edildiğini Whatsapp’dan yazayım dedim. Kantinde oturuyorduk, Umut, Candy Crush’ta seksen dokuzuncu seviyede takılıp kalmıştı. Elime telefonunu tutuşturup çay almaya gitti. Oyuna yeni başlamıştım ki gelen bildirimle bütün konsantrasyonumu kaybettim. Sebebi de tam olarak şu cümleydi:
Sebla Demir: “Neymiş haberin canım?”
Canım derken canım, cicim anlamındaki canım mı? Yoksa lafın gelişine söylenmiş bir canım mı? “Yok canım.” der gibi mesela? Haberin ne olduğundan çok canım kelimesine takılmışken Umut geldi. Bana bir haller olduğunu sezmiş olacak, “Ne oldu oğlum,” dedi, “oğlum”u uzata uzata vurguladı. Aslında uzata uzata konuşmasında anormal bir durum yoktu, anne tarafından Egeli oluşuna bağlayıp böyle konuşmasını açıklığa kavuşturabiliriz. Telefonu elimden alıp bildirimi gördü. O an mümkün olan en sakin sesimle sordum:
“Neymiş haberin?”
“Ehehehe, mesajlarımı mı okuyorsun oğlum?”
“Telefonunu veren sensin, okunmasını istemiyorsan bildirimlerini kapat.”
“Kızma ya, ders boştu, onu söyleyecektim.”
“Gruba neden yazmıyorsun? Böyle özelden yazmalar. ”

Bu son cümleyle rengimi çok belli ettim, hemen ekledim:
“Gruba yazsana herkesin haberi olsun.”
“Ben her türlü yazarım abi, sıkıntı yok,” diye geçiştirdi. Telefonu tekrar alıp seksen dokuzuncu seviyeye devam ettim. Birkaç kez bilinçli olarak seviyeyi geçmedim maksat yazışmanın devamını okumaktı ama Sebla yazmadı.
İşte bu moral bozukluğuyla kampüsten çıktım, Beşiktaş’a yürüdüm. Otobüs geldi, binemedim. Bir tane daha geldi, ona da binemedim. Üçüncü otobüs öbürlerine göre eve daha uzak bir duraktan geçiyordu ama bindim. Bu şehir hep daha azıyla yetinmeye mahkûm ediyor insanı. “En iyi” olmadı mı? O zaman “iyi” verelim. O da mı olmadı? O zaman “idare eder” ile yetinin. Akbilimi basarken bunları düşünüyordum. En iyisi olmuyordu. Sebla’nın yüzünün üstünde bir çarpı beliriyordu. Tokat gibi indi yüzüme: Yetersiz bakiye. Sağa sola sordum Akbil var mı diye. Bir yandan da bozuklukları denkleştirmeye çalışıyordum. “Param var merak etmeyin ödeyeceğim!” mesajı daha kolay Akbil bulmamı sağlar diye düşündüğüm için. Ön kapının camına yaslanmış güzel bir kız – Sebla kadar değil tabii – hareketlenecek gibi oldu vazgeçti. İçimden en iyisi olmuyor zaten iyisi de olmaz dedim. Sonra ikinci sırada oturan bir teyze sağ olsun uzattı Akbilini.
Umut ki ömründe sadece üç kitap okuyarak okul hayatını sürdürmekle övünen bir adam. Sebla gibi yazan çizen okuyan bir kız onunla nasıl vakit geçirebilir? Adam yakışıklı deseniz değil, komik deseniz değil. “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı,” diye kendimi kandırdığım gecelere üzüldüm. Hani elma kimseyi sevmese sorun etmeyecektim de gidip kerizin tekini sevince ben neyim diye yanıyordum. Böyle kafamda deli sorularla ekmek almayı unuttum tabii. Dükkânın ücra bir köşesinden babamın, “Mustafa, ekmek nerede,” gürlemesiyle Maslow’un piramidinin ilk seviyesinde buldum kendimi. “Dört tane al.” Sanki ordu doyuracağız, adamın ekmek konusunda bir hassasiyeti var. Evde çıkan büyük krizlerin birçoğu ekmek kalmamasından kaynaklanır. Hiç itiraz etmeden fırına yürüdüm. Kafamda rezil kurgular, yaratıcılığımın doruk noktası. Olaylar bu “canım” seviyesine gelinceye kadar nerelerdeydim ben?
Dört ekmekle babamın dedektöründen başarılı bir şekilde geçip eve girdim. Ekmekleri mutfağa bırakıp kaçarcasına odama sığındım. Yüreğim annemin, “Geldin mi oğlum,” ile başlayan, cevabı içinde olan anlamsız sorularına dayanamayacak kadar yorgundu. Neyse ki annem anlayışlı kadındır. Tam bir “en iyi” kategorisi üyesi ve klasik bir hikâyeyi tamamlarcasına gitmiş, “arkana bakmadan uzaklaş” kategorisinden bir adamla, babamla evlenmiş. Bazı insanların şanssızlığı bazı insanların şansıdır. Kim demiş? Ben. Annemin şanssızlığı babam. Sebla’nın şanssızlığı Umut olmaz umarım.
Telefonumu şarja taktım. Sebla çevirimiçiydi. “Naber?” yazdım, gönderdim. Gülen yüz yaptım gönderdim. Cevap yok. Google’da, “naber yazdığınız kızın çevrimiçi olmasına rağmen cevap yazmaması” diye arattım, iki yüz elli üç bin yirmi altı tane sonuç döndü, okudukça kendimi daha çok kaybetmiş hissettim. İyice canım sıkıldı, oturma odasına geçtim. Mutfaktan güzel kokular geliyordu. Börek yapmıştı annem. Hayatın daha kolay olduğu bir döneme ışınlanmayı istedim. Mesela ilkokul üçüncü sınıfa dönmüşüm. Cuma akşamıymış, okuldan gelince tüm ödevlerimi bitirmişim, haftasonu rahatmışım. Sonra iki sene sonra kaza yaptığımız günü, haftalarca hastanede kaldığımı, yıllarca bir sürü sınava girdiğimi hatırlayıp vazgeçtim.
Zil çaldı, annem koşarak açtı. Babamı homurtusundan tanıdım. Terliklerini bulamadı diye, her yer kızartma kokmuş diye, yemek hâlâ hazır değil diye. Annem terlikler burada, camı açtım koku çıkar, yemek şimdi hazır gibi sakin sakin cevapladı bu homurtuları. Annemin bu hallerine üzülüyorum. Hır gür çıkmasın diye hep alttan alır. Ama hır gür çıkmaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Çünkü hır gür hep aramızda. Bana da bulaşmasın diye işe koyuldum. Masayı çektim, odamdan sandalye almaya gittim. Telefonuma baktım, ne kadar hızlı şarjı doluyor diye şaşırdım. Son görülme zamanı 19:24. Bir yerlerde konum paylaşmış mı diye bakmak geldi aklıma ve beynimden vurulmuşa döndüm. İstiklal Caddesi. Bilmem kaç kişiyle birlikte. Ama biri var ki, Umut Denizer. Bir günde ikinci büyük çöküşümün nedeni. Gözlerim başkaları da olsun bu yer bildiriminde diye arandı, grupça gidilmiştir mesela. Ama nafile iki kişiler, İstiklal Caddesi’ndeler ve dünya aleme bildirmişler.
Babamın, “Mustafa!” diye bağırmasıyla sanal alemden gerçek aleme döndüm. Ailece bir akşam yemeğimiz varmış ona da saygı duymuyormuşum. Masaya oturdum. Babam söylenip duruyordu. Dükkânda işler kötüye gidiyormuş, Halil Abi’ye iş yaptırmak için kırk kere söylemek gerekiyormuş, yemeğin tuzu çokmuş, böreğin yanında hoşaf yok muymuş. Sonra anneme bir şeyler, bana bir şeyler olmuş. Annemin yüzü düştü. Ben normalde babamın söylenmelerini pek ciddiye almam ama bu akşam ayrı bir dokundu. “Eee yeter artık,” dedim. Babam hiddetle vurdu masaya. “Ne diyorsun lan sen,” diye haykırdı tükürükler saçarak. “Bıktık bu huysuzluklarından,” dedim. “Ağzımızı açıp bir şey demedikçe daha çok üstümüze geliyorsun.” Babam başladı masaya yumruğunu vura vura küfretmeye.
O sırada kapı çaldı. “Ay komşular geldi,” diye endişelendi annem. İşte en kötü ânında bile başkalarını düşünebilme yeteneği, şaşkınlıkla karşılarım her zaman. Üzülsek mi sevinsek mi bilemedim ama gelen komşular değildi. Babamın köyden akrabası, aynı zamanda kiracısı olduğumuz Hikmet Amca, karısı, kızı – sınıflandırma işi can sıkıcı ama belirtmeden duramayacağım kızı Büşra tam bir “idare eder kategorisinde” – misafirliğe gelmişler.
Bizim aile faciası ışık hızıyla aile saadetine döndü. Söylemeye gerek yok, rolüne en başarılı geçiş yapan babam oldu. Sarmısak yediğimiz için kusura bakmayın diye diye buyur ettik. Onlar da sarmısak yemişler, sanki kokular birbirlerini götürecekmişçesine rahatladık. Çay içtik, meyve yedik. Yetenek yarışmasını izledik, herkes üç jüriden de evet oyu alan şakacı adama gülmekten öldü ama ben gülmedim. Taksim’de Müdahale altyazısı bende ayrı bir heyecan yarattı ama çaktırmadım.