“Kaygı ve depresyon ikizdir”

Irmak Akman, irmak@de-da-dergi.com

elleedit CMYK

Uzman klinik psikolog ve Terapi Defteri kitabının yazarı Deniz Erdem’le kaygı ve korkularımız hakkında konuştuk. Erdem, “Bir yandan içinde bulunduğumuz topluluğun imkanlarıyla kısıtlanıyoruz ama bir yandan da o imkanlar içinde elimizden geleni yaparak kendi yaşantımızı düzenleme becerisine sahibiz. İşin sırrı siyah-beyaz düşünmeyi bırakıp olabildiğince esnemek, bulunduğun anda sahip olduğun her ne varsa sonuna kadar tadını çıkarmaya odaklanmak,” diyor.

Psikolojide kaygı ve korku nasıl tanımlanıyor, birbirinden nasıl ayrılıyor (ya da ayrılıyor mu)?

Korku da kaygı da bir tehlike karşısında tetiklenen duygular. Korku daha çok somut ve elle tutulur bir tehlikeye karşı hissedilirken kaygı söz konusu olduğunda daha belirsiz ve soyut bir tehlikeye karşı verilen tepkidir diyebiliriz. Ancak gündelik dilde kullanım söz konusu olduğunda birbirinin yerine de kullanıldıklarını görüyoruz. Örneğin; “sunum yapmaktan çok korkuyorum” gibi. Bu durumda hissedilen korku kişinin karşısında aniden çıkan silahlı bir soyguncu karşısında hissettiği korkudan çok farklıdır aslında. Bedeninde ve beyninde olup bitenler farklıdır; gerçek bir tehdit söz konusu olduğunda kaçar, donakalır ya da savaşırız. Bazen beynimiz çocukluk yaşantılarımızdan kaynaklı olarak gerçekte tehdit olmayan bir şeyi de sanki karşısında bir soyguncu varmışçasına tehdit olarak algılayabilir. Muhakeme eden yanı devreye girdiğinde aslında ortada o derece korkacak bir şey olmadığını söylese de olumsuz duygu ortadan kalkmaz. Bu durumda da tetiklenen olumsuz duygu ile baş etmek için kaçma, donakalma ya da savaşma tepkilerinden biri devreye girebilir. Sunum yapma, topluluk önünde konuşma gibi durumlarda bir çok kişi heyecan, kaygı ya da stres hissedebilir, doğaldır. Ancak olan olayla uyumsuz ve orantısız bir duygulanım söz konusu ise; örneğin kişi sunum yapmanın stresi ile bayılıyorsa ya da sunum yapmamak için iş yerinde zor durumda kalıyor, çalışma arkadaşlarıyla ya da aynı şekilde başka sosyal ortamlardan da kaçındığı için yakınlarıyla kronik sorunlar yaşıyorsa üzerinde çalışması faydalı olabilir.

“Kaygılı” insanların sayısı gittikçe artıyor. Danışanlarınızdan da gözlemlediğiniz kadarıyla bunun nedeni ne sizce?

Bununla ilgili yapılan bir araştırma var mı bilmiyorum. Kaygılı insanların sayısının gittikçe artıyor olduğunu bilimsel olarak da destekleyebilir miyiz bilmiyorum. Birleşmiş Milletler’in finanse ettiği bir araştırma var; Dünya Mutluluk Raporu. Mutluluğu tanımlamak için gelir eşitliği, sağlık, özgürlük gibi bir çok değişkeni de işin içine katarak bir ülke sıralaması çıkartıyorlar. 2012 yılında Türkiye 76. sıradaymış. 2017’de 69. sıraya gelmiş. Toplamda 155 ülke var. Listenin sonlarında Suriye ve Afrika’daki bazı ülkeler yer alıyor. Tahmin edileceği üzere savaş bölgeleri yani can güvenliğinin olmadığı yerlerde mutluluk söz konusu değil. Bu listeye bakarak Türkiye’de kaygı giderek artıyor diyebilir miyiz? Bu listeye bakarak diyemeyiz. Ancak bu araştırma toplumun geneli işin içine katılarak yapılmış. Farklı sosyo ekonomik kesimler ayrı ayrı incelendiğinde bir fark çıkar mı? diye bir soru soracak olursak; bunun için ayrı bir araştırma gerekecektir.

İnsanlar kendilerinde ne gibi belirtiler görürlerse bir psikolog ya da psikiyatriste başvurmalılar? Öncelikle psikoloğa mı, psikiyatriste mi başvurmak gerekir? Kaygılarla başa çıkmak için ne gibi terapi yöntemleri vardır?

Kaygı ve depresyon ikizdir diyebiliriz. Baş edilemeyecek düzeydeki kaygı ya da depresyonda iştahta artma ya da azalma, ani kilo kaybı ya da artışı, uykuda bozulma, keyif alınan aktivitelerden artık keyif alınmaması, ilişkilerde bozulma, depresif duygu durumu söz konusudur. Bu şekildeki klinik durumlarda baş vurulacak ilk adres psikiyatrist olmalıdır. Psikiyatristin yönlendirmesi ile hareket edilmesi, intihar riskinin muhakkak değerlendirilmesi gerekir. Depresyonda ve kaygı bozukluklarında en iyi ve kalıcı yaklaşım kanıta dayalı terapiler ve ilacın bir arada kullanılmasıdır.

Bazı kaygılarımız bireysel olarak çözüm arayabileceğimiz ya da önlem alabileceğimiz nitelikte değil, yaşadığımız toplumla ve dünyayla ilgili. Mesela oğlumun yaşayacağı dünyanın bugün yaşadığımız dünyadan da kötü olacağını ve bu sistemin içinde yaşamımı sürdürerek (araba kullanarak, alışveriş yaparak, et yiyerek vs.) bu duruma katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Yani inançlarımla tutarlı hareket etmiyorum/edemiyorum ve bu bende olumsuz duygular yaratıyor.

Yukarıda dediğim gibi, bu yazdığınız aslında bir görüş. Bir açıdan doğru bir açıdan yanlış. Hiçbir şey siyah-beyaz değil. Bir örnek; gelişmiş ülkelerde kanser vakaları daha az gelişmiş ülkelere nazaran daha fazla, artış gösteriyor. Ancak başka bir açıdan insan ömrü daha uzun. Bundan elli yıl önce sevdiklerimize ulaşmak için bir hafta telefon bağlanmasını beklerken şimdi parmağımızın ucunda görüntülü konuşabiliyoruz. Her türlü bilgiye çok daha kolay ulaşabiliyoruz. Parmağımın bir ucuyla istediğim kitabı elimdeki telefondaki uygulamaya indirebiliyorum, eskiden haftalarca beklerdim kitapları. Bir yandan bireyleşme ve kopma ve yalnızlaşma söz konusuyken başka bir açıdan baktığımızda sosyal medya sayesinde çeşitli dayanışma gruplarına, kolektif topluluklara daha kolay ulaşabiliyoruz. Diğer yandan dünyada nüfus artıyor ve dünyanın kaynakları bir gün bunca insanı doyuramayacak kadar tükenecek, bu kaynakları bencilce ve sorumsuzca tüketenlerin ekolojik olarak duyarlı insanlardan daha fazla olduğunu düşünüyorum. Bir gün gelecek ve bu kaynakların ne kadar sınırlı olduğu gerçeği suratımıza tokat gibi çarpacak, büyük bedeller ödenecek ve ancak o zaman gerekli tedbirler alınacak. Bizim çocuklarımız bu konuda eski kuşaklara nazaran daha bilinçli ve aktif olacaklar diye inanıyorum. Kendinizi siyah-beyaz düşünerek hırpalayıp tüketmek yerine elinizden geleni olabildiğince yapma çerçevesinde ilerlemeye çalışın. İnançlarınızla davranışlarınız birbirini tutmasaydı bugün bu konuları bana yazmaz, bir çare aramazdınız (örneğin). Et yiyor olabilirsiniz, bunun için kendinizi cezalandırmak yerine elinizden geldiği kadarıyla duyarlı olmak konusunda kendinize haksızlık etmeden ne yapabileceğinize bakın. Yüzde yüz yerine yüzde altmışı hedefleyin. Herkes evinin önünü süpürse sokak tertemiz olur mantığını kullanın; bütün mahalleyi siz süpüremezsiniz. Gittiğiniz yerlerde etsiz iyi alternatifler çok sayıda olsa, toplu ulaşım ve bisiklet kullanma sistemi kolay ulaşılabilir olsa belki farklı seçimler yapardınız? Bir yandan içinde bulunduğumuz topluluğun imkanlarıyla kısıtlanıyoruz ama bir yandan da o imkanlar içinde elimizden geleni yaparak kendi yaşantımızı düzenleme becerisine sahibiz. İşin sırrı siyah-beyaz düşünmeyi bırakıp olabildiğince esnemek, bulunduğun anda sahip olduğun her ne varsa sonuna kadar tadını çıkarmaya odaklanmak.

Reklam

1 Comment

  1. ya depresyon içinde bulunduğumuz hayata dair belli bir farkındalık seviyesinde gösterilebilecek en gerçekçi yaklaşım ve en normal tepkiyse ama toplumda üretim gücünün düşmesine yol açtığından küresel düzeyde hastalık olarak değerlendiriliyorsa? belki de aslında neşeli ve hayatı sever halimiz bir kafa güzelliğinden ibarettir. belki depresyon hakikattir.

    sonuçta aslında hayatının çoğunluğu işçi arılar gibi küresel bir ekonomik çarkı çevirmek için çalışmaktan ibaret olan bireylerin hayatından mutlu olmak için nasıl bir gerekçesi olabilir? sabah akşam bal taşıyan, hiçbir zaman kraliçe arıyla çiftleşemeyecek ya da kendi kovanına veya çocuklarına sahip olamayacak olan işçi arının hummalı bir şekilde polen ararken “ne kadar güzel bir gün” demesi nasıl mümkün olabilir?

    işçi arı o farkındalık seviyesine ulaştığında mutsuz olmasından daha doğal bir sonuç olabilir mi? o arının yatağından çıkıp terliklerini giyip sabah 7’de yeniden mesaiye koyulmasının “doğru olan” olduğuna onu kim ikna edebilir? hayatının anlamsızlığına bu kadar vakıf olmuşken “gel bizle takıl biraz sosyalleş unutacaksın”ın, “biraz nektar iç iyi gelir”in bu farkındalığa bir örtü değil de çözüm olduğuna kim kefil olabilir?

    bu açıdan baktığımızda gerçek hastalığın ve gerçek depresyonun bizde değil de etrafımıza örülü bu yaşamsal düzende olduğunu söyleyebiliriz. eğer borçlanma ekonomisi, gelir uçurumu, modern toplumsal yapı bizim genlerimize kodlanmış unsurlar değilse o zaman onlara karşı metabolizmanın gösterdiği tepkileri “doğal değil”, “rahatsızlık”, “hastalık” diye nitelendirmek de doğru olmamalı. ama sisteme steteskopu dayayıp “hmm” deyip “sizin insan hayatına olan toleransınız düşmüş” diyen sistem doktorlarımız olmadığından ceremesini biz insanlar çekiyoruz.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s