Beril Açıkgöz, berilacikgoz@gmail.com

Kentsel dönüşüm farklı yönleriyle ele alınan ve bu ele alınış biçimlerine göre de farklı şekillerde adlandırılan bir kavram: Kentsel yeniden yapılanma, mutenalaştırma, soylulaştırma, gentrifikasyon, seçkinleştirme vb. Konu ile ilgili çok fazla çalışma, yüksek lisans ve doktora tezi, proje çalışmaları ve bunlardan üretilmiş makaleler mevcut. Bu çalışmalar konuyu farklı doğrultularda ele alıyor: Planlama ölçeğindeki teknik çalışmalar, yeme alışkanlıklarından günlük yapma-etme biçimlerindeki değişimlere kadar uzanan kültürel çalışmalar; ekonomik ve sınıf temelli çalışmalar vb. Bu yazıda kentsel dönüşüm olgusunu İstanbul üzerinden, duygular ve gündelik hayat pratikleri üzerindeki etkileri açısından ele alacağım.
Geçenlerde bir belgesel izliyordum. Venedik’te geçen bu belgeselde Venedik’i gezmenin en iyi yolunun gondola binmek olduğu söyleniyordu. Çünkü gondola binmek yürümeye odaklanmamayı, önüne bakmak zorunda olmamayı sağlıyordu ve Venedik’i gezmenin, yani tarihî binaları görebilmenin yolunun hep yukarıya bakmak olduğundan bahsediliyordu. Binaları görmek, tarihi görmek, onu yaşamak; kültürü hissetmek, kültürün köklülüğünde bir koruma alanı bulan gündelik hayatı anlamak, gündelik hayatı anlamak için geçmişi anlamak, gelecekte de şehrin buna benzer olacağına dair güven duymak anlamlarına geliyordu. Geleceğin kestirilebilirliği, kaygılardan uzak olarak, anın tadını çıkarmaya olanak veriyordu ve bu, ölümsüzlüğü bulan Gılgameş’in hislerine yakın olabilecek bir duygu olsa gerekti.
Belgeseli izlerken fark ettim ki, 20 küsur yıldır yaşadığım ve her yerini bildiğim Ankara’da uzunca zamandır, yolda yürürken binalara bakmayı geçtim, dolmuşta veya otobüste dahi etrafıma bakmıyorum. Şehrin herhangi bir köşesinin artık olmadığını görmek; bir anıyı silmek, hayatımın elimde olmayan bir şekilde ve benim rızam olmadan eksiltildiği hissini uyandırıyor. Zaten epeydir, yer üstünde olan biteni görmemek için, otobüse veya dolmuşa binmek yerine hiç sevmediğim halde metro kullanmayı tercih ediyorum, tercih etmeye zorlanıyorum.
Birkaç ay önce yaşamaya başladığım İstanbul’da da artık etrafıma bakmamaya başladığımı fark ettim. Ev ile iş arasındaki yol, İstanbul’un kentsel dokusunda en çok tarihî binanın yer aldığı bölgelerden birini içine alan 20 dakikalık bir yürüyüş güzergâhı. Fakat ben, son yıllarda beni en çok heyecanlandıran, üzerine en fazla okuduğum ve kafa yorduğum konu kent ve mekân olmasına rağmen, neden etrafıma bakmadığımı sorgularken buldum kendimi. Bu durumun Ankara’da yaşamanın sonucu olarak edindiğim bir alışkanlık olabileceğini düşündüm.
Beyoğlu’nda, çalıştığım ve her gün içine girdiğim tarihî binaya bile bir kere olsun kafamı kaldırıp bakmadığımı fark ettim. Her gün geçtiğim büyüleyici kapısından ve yerden göz hizama kadar olan kısmından anladığım kadarıyla oldukça tarihî bir binaydı. Ertesi gün kendime kızarak, iş yerine geldiğimde, binayı daha iyi görebilmek için yolun karşısına geçip başımı kaldırdım. Sonuç kocaman bir hayal kırıklığı oldu: Çalıştığım binanın ve yanındaki birkaç binanın etrafı bezlerle kapatılmıştı ve hiçbir şey görünmüyordu.
Binanın örtüler altında kalması Fransız sanatçılar Christo ve Jeanne Claude’un yaptığı enstalasyon çalışmalarını hatırlattı. Özellikle aklıma gelen 1985 yılında tamamladıkları, Paris’teki Pont Neuf Köprüsü üzerini tonozlar, kaldırımlar ve sokak lambaları da dahil; 13 kilometre ip, 12 ton çelik zincir kullanarak tamamen kumaş ile kapladıkları çalışma oldu. Sanatçılar çevre ve kenti, kentin içerisindeki anıtları, yolları, müze ve binaları kaplayarak üretim, çevresel etki, kentteki kültür ile sosyal konular üzerine dikkat çekmeyi amaçladıkları ve mekânı bir süre farklı bir görselliğin altına saklayarak yeni mekânsallıklar yarattıkları projeler gerçekleştirmişlerdi. Bu görüntüler geçiciydi ve bir süre sonra altından çıkacak olan, her zaman üzerinden geçilen veya uzaktan bakıldığında aynı romantik duyguları yaratan köprü olacaktı.
Bense ikinci saniyede, o an gördüğüm kaplanmış binaların kentsel yeniden yapılanma veya kentsel dönüşümle bağlantılı olarak restore edildiklerini kavrayarak kendi gerçekliğime dönüverdim. Bu kaplamanın altından çıkacak olan şeyin ne olacağına dair maalesef bir öngörüm olmamakla birlikte, içimi bir hüzün kapladı.
Ben de etrafımı daha fazla incelemeye ve kentin bende hissettirdikleri üzerinden kendi kent imgemi yaratmaya karar verdim. Madem bu şehrin içinde mekâna dair pratik olarak neredeyse boş bir belleğe sahibim, o zaman Kevin Lynch’in Kent İmgesi kitabından yola çıkarak, yaklaşık iki aydır yaşadığım İstanbul’un tamamen bana ait olan imgesini ortaya koymaya çalışacağım. Lynch “Her kişinin algısı biriciktir ve bu algının grup imgeleriyle bağlantısı olmayabilir ancak bu imge halk imgesine yaklaşır” diyor. Elbette İstanbul’daki kentsel dönüşüm süreçleriyle ilgili pek çok çalışma okudum ve elbette şehre dair, trafiğine dair az da olsa bir fikrim var ama kim olduğuma bağlı olarak şehir ile kurduğum ilişki henüz çok kişisel olduğu için halk imgesine henüz yaklaşmayan kent imgemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunun için Lynch’in, insanın yatay düzlemde mekânı betimlerken kent elemanlarını dikkate aldığı beş temel görsel algılama ögesinden; yani yollar, sınırlar/kenarlar, bölgeler, düğüm/odak noktaları ve işaret ögelerinden yola çıkıyorum.
Yollar: Ankara’da her zaman merkeze uzak bir yerleşim yerinde yaşadım. Yaşadığım mahalle orta/üst sınıfın yaşadığı bir mahalleydi ve üniversitelere yakınlığı nedeniyle öğretim elemanı nüfusunun yoğun olduğu bir bölgeydi. Bu özellikleri, her mahallede olduğu gibi burada da farklı gündelik hayat alışkanlıklarını yaratmaktaydı. Örneğin bu semtin sakinleri dolmuş ve otobüs sırasında oldukça muntazam bir şekilde bekler ve dolmuşta herkes kendi parasını kendisi verirdi. Merkezden uzak olmak kentin kalabalığından uzak, “yalıtılmış” bir gündelik hayat imkânı verse de, ulaşım sorunu sosyal hayatımda pek çok kısıtlama yaşamama sebep oldu. Bu nedenle İstanbul’da yaşadığım yerin özellikle çalıştığım yere yakın olması konusunda seçici davrandım. Toplu taşımayı mümkün olduğunca kullanmıyorum. Kullandığım güzergâh Arnavut kaldırımı yolların olduğu ve doku olarak birbirinden oldukça farklı binaların bitişik nizam sıralandıkları ara yollardan oluşan bir hat. Bu sayede benim İstanbul’um geniş çevre yollarının olmadığı, İstanbul’un o dillere destan trafik çilesini çekmediğim bir kent.
Kenarlar: Benim kenarım Cihangir ile Karaköy sınırında kalan yaşadığım apartman. Apartman bir yokuşun tam ortasında. Yokuşun aşağısında Karaköy, yukarısında ise Cihangir var. Yokuşun aşağısı; gece yarısına kadar devam eden sokak düğünleri ile eğlenilen, gecenin ikisinde bile bağıra çağıra muhabbet edilen, insanların kapı eşiklerinde oturup sohbet ettikleri, yani geleneksel mahalle kültürünün devam ettiği bir yer. Yokuşun yukarısı yani Cihangir tarafı ise 1960’larda tiyatrocuların, son dönemde ise dizilerde oynayan yeni genç oyuncuların yaşamak için tercih ettikleri bir mahalle. Cihangir’e dair soylulaştırma süreçlerinin ele alındığı çalışmalar bulunmakta. Oturduğum apartmanda sekiz yıldır yaşayan komşum, mahallenin son iki yıl içindeki değişimini anlatırken; semt sakinlerinin de oldukça değiştiğinden, sirkülasyonun çok fazla olduğundan ve özellikle bu iki yıl içinde açılan kafelerden sıkça şikâyet ediyor. Gerçekten de Cihangir, akşamları oturacak yer bulunmayan barları, çekirdeğinin yetiştiği yerden tutun da demleme tekniklerine kadar kahvenin bardağınıza gelene dek geçirdiği bütün süreçlere dair fikrinizin olduğu yeni nesil kafeleriyle, hemen bir sokak aşağıda kentsel dönüşüme direnen mahalle kültürü ile oldukça farklı yaşamların döndüğü aşikâr bir mahalle. Kentsel dönüşümün kültür şokunu her gün yaşamakta olduğum bu evi, Lynch’in kenar/sınır olarak aldığı gelişme bölgesi olarak düşünüyorum. Şayet kentsel dönüşümün kültürel haritası çizilecek olursa, sınır çizgisinin tam olarak yaşadığım apartmanın üzerinden geçirileceğinden eminim.
Bölgeler: Bölgeler beş duyumuzla algılayabildiğimiz ve bu şekilde gruplandırdığımız alanlar. Lynch gözlemcinin, psikolojik olarak bu alanların içine girdiğini hissettiğini söylüyor. Benim İstanbul’um da Karaköy İskelesi’nden, yani kafe ve barların çokça yer aldığı ve son dönem soylulaştırma süreçlerinin yaşandığı bölgeden çıkıp; mahalleli erkeklerin öbekleştiği alanlar sebebiyle daha hızlı yürüdüğüm yollara girdiğim iki farklı bölgeden oluşuyor. İstiklal gürültülü turist kalabalığı sebebiyle mümkün oldukça geçilmemesi gereken bir bölgeyken, ara sokaklar ise idrar kokanlar ve kokmayanlar olarak ikiye ayrılan bölgeler. Nadiren film izlemeye gittiğim İstinye Park ise oldukça yüksek fiyatlara satılan çantaların sanki bedava dağıtılmışçasına herkeste olduğu bir alışveriş merkezi olduğu için kendimi hiçbir zaman ait hissetmediğim bir bölge.
Düğüm/Odak Noktaları: Lynch bu noktaların, gözlemcinin kente girebilmesini sağlayan stratejik noktalar olduğunu söylüyor. İstanbul’a geldiğimi havaalanının mimarisinden değil, insan kalabalığından anlayabiliyorum. Evime gitmek için seçtiğim yollardan biri Sıraselviler Caddesi. Taksim Meydanı’ndan Sıraselviler’e giriş turistlerin ördüğü etten duvarı aşmak ve kokusu ile beni baştan başa yıkayan Turkish Kebab’ı, yani dönercileri geçmek demek.
İşaret Ögeleri: İşaret ögeleri kolay tanımlanabilen noktasal referanslar anlamına geliyor. Her gün İstiklal Caddesi’nde önünden geçtiğim St. Antuan Kilisesi’nin bahçesindeki Wim Delvoye’nin Özil Koleksiyonu’nda bulunan “Jesus Twisted” heykeli; önünden geçerken görmesem de, her zaman orada olduğunu hatırladığım, beni fiziksel olarak farklı bir boyuta taşıyan bir eser. Yol boyunca gördüğüm duvar resimleri ve üzerlerindeki süslemelerden tanıdığım eski binalar iş yerine kaç dakikalık yolum kaldığını bana anlatan işaret ögeleri.
Bir gün kentsel dönüşüm adıyla bu binaların restore edilmesi veya yıkılması ihtimalinden dolayı son derece büyük bir korku yaşıyorum. Çünkü bu benim kent imgemi, belleğimi ve zaman algımı tamamen ortadan kaldıracak bir durum. Yurt dışında gezerken de kentlere dair en çok hoşuma giden nokta, tarihsel dokunun korunduğu sokaklarda zamanında dolaşmış olan eski zaman insanlarının, yazarların şimdi de aynı sokaklardan geçen hayaletlerini görebilme ayrıcalığı.