
Melis Oğuz, meloguz@gmail.com
Bir sorunun, bir heyecanın, bir kişinin, bir kitabın hayatınızı nasıl değiştirebileceği, rüzgarın yönünü nereye çevirip sizi nerelere ulaştıracağı bazen sayfalarca anlatmak istediğiniz bir hikayeye dönüşüyor. Benim hikayem ise on sene önce başlamıştı. Şimdi bu derginin oluşmasına imkan veren ve bizleri bir araya getiren hayalinin peşinden koşan Irmak Akman ile o zaman tanışma fırsatımız olmamıştı, ama başka bir coğrafyanın başkentinde hayatlarımıza şekil vermeye çalışıyorduk hepimiz.
Sahneye olan düşkünlüğümden midir bilinmez, onca toyluğuma rağmen bir cesaret ile, o seneki Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu için bir bildiri hazırlamak istedim. Çok sevgili arkadaşım ve meslektaşım Neslihan Atatimur’u da bu fikre ısıtmam çok zamanımı almadı; keza birlikte bir şeyler yapmaktan hep zevk aldık.
O seneki kolokyum için belirlenen ana tema “Planlama Meslek Alanı: Geçmişten Geleceğe” idi. Oturup çok düşünmeden “tamam” dedik; “İngiltere planlama tarihine bakalım”. Ben başladım kütüphane çalışmalarına. Tarihle aram hiç iyi olmamasına rağmen, neden böyle bir karar almıştık, bilemiyorum. Sanırım Neslihan’ın tarihe olan bitmez tükenmez merakı ve ilgisi yüzünden. Ancak kitaplar arasında planlama tarihi ile ilgili araştırma yaparken, ilgimin başka yöne kayması uzun sürmedi.
Neredeyse kapağını kaldırdığım her kitapta bir bölüm “planlama ve kadın” konusuna ayrılmıştı. Neslihan’a sordum; “bizim planlama meslek alanında hiç sözü geçmeyen şu ‘kadın’ konusunu mu çalışsak?” Heyecanla kabul etti Neslihan; ikimiz de cinsiyet ve planlama ile ilgili bir ders bile almamış iki kadın şehir plancısıydık nihayetinde. Başladık çalışmalara.
Eş zamanlı olarak yüksek lisans tezimin çalışmalarını da sürdürüyordum kütüphanede. O ise Çingene mahallelerinin dönüşümü üzerineydi. Kentsel dönüşüm, Tarlabaşı ve Sulukule projeleri ile ana akım medyada da yer bulmaya başlamıştı, tam on sene önce. Akademisyenler, insan hakları savunucuları, mimarlar, plancılar örgütleniyor, yapılan bu projelere karşı çıkıyorlardı. Ben de itiraz edenlerden birisiydim. Tezim de bu konuda olunca, her kahve sohbetinde şu soru ile muhatap olmak durumunda kalıyordum; “e peki Melis, ne öneriyorsun?”
Yoktu bir önerim; kolay değildi – ama bunu açıklamak da kolay değildi. Bir şeye muhalefet ederken, yerine çözüm önerisi sunmamak da çok etkili bir muhalefet olmuyordu nitekim. Tezim bitti, ben bazı “olmazsa olmaz” politika kararları sıralamayı başardım; ama halen bir çözüm önerim yoktu. Bir müddet akademiden uzak durayım istedim. Çok uzun sürmedi bu; sorumun yanıtını da bulabilme ümidiyle doktoraya başladım. Aklıma bir fikir gelmişti.
Kentsel dönüşüm ve kadın
“Neden kentsel dönüşümü mahalleli kadınlar ile başlatmıyoruz ki?” idi soru. Eh, malumunuz, kent ile kadının ilişkisi sorunlu. Kadınlar ev ve çevresindeki kısıtlı alanda hayatlarının çoğunu sürdürürken, ekmek kazanan erkek modelinin hakim olduğu toplumsal sistemlerde erkekler kentin “esas” kullanıcıları. Peki, kadınların ev ve yakın çevresinde daha çok vakit geçiriyor olmalarını bir avantaja çeviremez miyiz? Bu, sadece bir dezavantajlılık olarak mı görülmeli? Bu bir tercih olabilir mi? Ev ve yakın çevresinde daha fazla vakit geçiren kadın, bu çevredeki olası değişim ve dönüşümden doğrudan etkilenecek olan değil mi? O halde, bu değişim ve dönüşüme müdahalede bulunabilir mi, bulunmak ister mi?
Ben bu sorunun etrafında dönüp dururken, “hangi kadın” diye sormaya başladılar bana da. Kadın bir cinsiyet kategorisi, ama elbette “kadın” tek bir kategori olarak ele alınamayacak geniş bir araştırma konusu. Kadınların sınıfsal farklılıkları var, kimlik farklıları var. Bu sorularla boğuşa durayım; Berlin’e gittim. Okuyordum, bakıyordum, inceliyordum, fotoğraflıyordum, konuşuyordum, soruyordum, dinliyordum. Arıyordum; kafamdaki soruyu bir vakaya çevirebilecek bir ipucunun peşinden koşuyordum; sonunda da buldum.
Kendime baktım; Berlin’de konuştuğum, sohbet ettiğim, etkinliklerine katıldığım kadınlara baktım; birlikte doktora yaptığım kadınlara baktım. Benim Berlin’deki kısa süreli kalışım sırasında Berlin’i daha çok gezmiş, Berlin’de olan bitenden daha fazla haberdar ve senelerdir orada yaşayan Türkiyeli kadınlardan daha çok bildiğimi fark ettik. “Sen daha geleli ne kadar oldu şunun şurasında, ama bizden daha iyi biliyorsun nerede ne var…” dedikleri anda, sorumu nereye yönlendirmem gerektiğini anladım.
Göçmen kadınların kentle imtihanı
Aramızdaki fark, benim şehir plancısı olmam, onların olmaması değildi. Aramızdaki fark, kentle kurduğumuz ilişkinin düzeyindeydi. 1997 tarihli Tahire Erman’ın makalesi geldi aklıma. Kırdan kente göç eden kadınların kent yaşamlarını araştırdığı çalışmasının bulgularını anlatan makalede, Erman, kadınların kocalarının pasif takipçileri olarak geldikleri kente uyum süreçlerinin, zorlu süreçleri gerektirdiğini anlatır. Kısaca içerisinde yaşamakta olduğum şehirde, ben her ne kadar kendimi göçmen olarak tanımlayamıyor olsam da, söz ettiğim grupla iletişime kurmakta hiç güçlük çekmiyor, tam tersine memleketlileri olduğum için el üstünde tutuluyordum; ve Erman’ın Türkiye’deki kent yaşamını ele alarak ortaya koyduğu çalışmayı destekleyecek bir vaka Berlin’de karşımda duruyordu.
O zaman, sorun daha “evrensel” olmalıydı. İstanbul’da da, Berlin’de de göçmen kadınların kentle ilişkisi oldukça sınırlıydı. Kentteki hareketlilik sahaları çok dar, kente dair bilgi seviyeleri oldukça düşüktü. Yeni geldikleri kentle bağları yok gibiydi. Memleketlilerinin çoğunlukta olduğu bir mahallede yaşıyor, buradan alışveriş ediyor, çocuklarını burada okula gönderiyor, buradaki komşularıyla iletişiyor ve kentin geri kalanıyla ilgilenmiyorlardı. Ancak yaşadıkları kentle ilgili sınırlı bilgi ve algıya sahip olmak, kadınlar için daha olumsuz sosyal ve ekonomik sonuçlar doğuruyordu.
Öncelikle, bu sınırlı hareketlilik ve mahalleye sıkıştırılan gündelik hayatlar, göç edilen kente uyum sürecinin önünde de önemli bir bariyer oluşturuyordu. Bu sebeple de, bu durumun altında yatan mekansal ve sosyolojik neden-sonuç ilişkilerinin ortaya konması, bunun analizinden sonra ise kentle kurulan bu sınırlı ilişkinin mekansal genişlemesinin koşullarının araştırılmasını kendime yeni hedef olarak koydum. Elbette, bu bir yerel yönetim sorunuydu; dolayısıyla kollarımı en küçük yerel yönetsel ölçekte çalışmaya başlamak üzere sıvadım.
Berlin’de nerede ve kimlerle çalışacağım netti; Türkiye’den göç edenlerin yaşadıkları mahalleler parmakla gösteriliyordu keza. Ancak İstanbul’da nerede ve kimlerle çalışacağımı bulmak epey zordu; İstanbul göçlerle ve hemşehrilik ekseninde kurulmuş mahallelere bölünmüş bir mozaik en nihayetinde.
Ele aldığım sorun yerel yönetsel bir çözüm gerektirdiği için, bunu bir projeye dönüştürmenin ve teorik bir çalışma ile sınırlamamanın doğruluğuna inandım. Araştırma konumu üniversiteden de aldığım bir fonla araştırma projesine çevirdim; ve elimde dosyamla belediye başkanlarının kapısını çalmaya başladım. Şanslıydım; ilk çaldığım kapıdan içeri misafir edildim. Kartal Belediye Başkanı Altınok Öz, beni hemen çalışmak için uygun olduğunu düşündüğü Kurfalı’ya yönlendirdi. Halihazırda Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı ile yürüttükleri bir çalışmanın olduğunu da söyledikten sonra, beni mahalledeki yetkililere yönlendirdi ve sonraki 2,5 senem bu mahallede geçti.
Neukölln – Kurfalı arasında bir saha çalışması
Elbette konu, kısa sürede ölçümlenebilecek parametrelere dayanmadığı için uzun soluklu bir saha çalışmasını gerektirdi. İki ayrı şehirde, aynı anda çalışmak zorunda kaldığım da oldu; ve annem, Yasemin Oğuz, benim olamadığım yerlerde, Harry Potter dünyasının Hermionesinin kendini klonlamasına misal, benim uzaktan yapamadıklarımı yapmak için saha çalışmalarını sürdürdü.
En nihayetinde kendimi şöyle bir pozisyonda buldum: Berlin’den haber alıyor İstanbul’a getiriyor; İstanbul’dan haber alıyor Berlin’e getiriyordum. Benim oynadığım bu aracı rol, çalışmanın da özgün yöntemini oluşturacaktı. Birbirlerini hiç görmeyen, farklı ülkelerin büyük şehirlerinde yaşayan göçmen kadınlar, birbirlerinin hikayelerini benden dinleyip “benim de şöyle olmuştu…”, “ben de ilk geldiğimde bunu yapmıştım…” diyerek selamlarını gönderdiler birbirlerine.
Tabii taşıdığım bilgi ve deneyim, sadece birlikte çalıştığım kadınlar arasında bir değiş-tokuştan fazlasına döndü kısa sürede. Yerel yönetimler arasında da meslek insanı olarak fikir, görüş ve önerilerimi taşıdım mütemadiyen, iki şehir arasında. Berlin’de ne eksik, İstanbul’da ne eksik, teker teker ortaya çıkardık bu süreçte yer alan tüm aktörlerle.
Kadınlarla anket çalışmaları yaptık; kahvaltılar ettik, sohbet toplantıları yaptık; bana çiğ köfte yaptılar, evde toplaştık, bayram oldu, birlikte kutlama yürüyüşlerine gittik, mahallelerinin açık alanlarını birlikte dolaştık; onlar anlattılar, ben dönüştüm. Onlara anlatmaya değil, onları anlamaya çalıştım. Mahallelerini onların gözünden görmeye çalıştım. Neden o mahallenin görünmez duvarları olduğunu, o duvarların ötesine geçmenin neden bu kadar zor olduğunu anlamaya çalıştım.
“Çocuğum kadar bilirim”
Önemli bulgularımdan birisi, gündelik hayatlarını ve vakitlerinin çoğunu geçirdikleri bu sınırlı alan içerisinde bile kamusal alanlar, yerel yönetimin sunduğu hizmetler ve kendilerine yönelik aktivitelerden haberdar olmadıkları oldu. Yani, kendi küçük dünyalarını da tanımıyorlardı. Fakat, çocukları ilgilendiren kamusal alanlar, hizmet ve aktivitelerden haberdar olma oranları çok daha yüksekti. Bu rotalar üzerindeki hareketlilikleri daha fazla, algıları daha yüksek, kullanımları ise daha yoğundu. Tabii, bu noktada, şu bilgiyi de vermek çok önemli. Çalıştığım kadınların büyük çoğunluğu, pasif takipçi olarak geldikleri ve sınırlı alanda hareket ettikleri bu şehirlerde, kendilerini “annelik” mesleği üzerinden tanımlar hale gelmişler. Pasif takipçiler olarak kentin ekonomik sistemine entegre olmadıkları için, çocuk bakımının kutsallığı ve ev işlerinin idamesini birincil sorumlulukları olarak kabul edip kimliklerini de bunun üzerinden inşa ederken yeni geldikleri kentin kendilerine kişisel olarak sağlayabileceği tüm imkan ve fırsatlardan bihaber ve bunlara karşı meraksızlar. Ancak, çocuklarına “daha iyi bir gelecek imkanı” sağlayabilecek her çeşit imkana ise aşırı derecede duyarlılar. Dolayısıyla, özellikle annelik üzerinden kurulmuş mahalle içi sosyal ağlarında da, birbirlerine çocuklarını ilgilendirebilecek hizmet, aktivite ve gelişmelerle ilgili bilgi aktarımında da bulunuyorlar.
Berlin-İstanbul arası mekik dokurken ortaya çıkan bu çalışmanın belki de en önemli bulgusu bu idi; kadınlara ulaşmak için çocuklara ulaşmak önemliydi. Sohbetlerimizde, ben onları mahallede neye ihtiyaç duydukları, nelerden rahatsız oldukları, nerelere, nasıl ve hangi sıklıkla gittikleri, yerel yönetimden neler bekledikleri üzerine konuşmaya yönlendirmeye çalışırken, konuşmalarımızın “sınıfların kalabalıklığına”, “televizyon programlarının çocukların beynini uyuşturduğuna”, “Ayşe’nin okuldaki kompozisyon yarışmasında aldığı birinciliğe” doğru kaydığı çok oldu.
Kadınların günlük hayatlarını aktarırken dahi, çocuklarının kahvaltısını hazırlamakla güne başlayıp, ertesi gün okula götüreceği beslenme çantasını hazırlayarak günü bitirmeleri aslında kentteki, daha doğrusu mahalledeki, hareketlilikleri ile ilgili de çok şey anlatıyordu. Çocuklarıyla birlikte okula, çocuklarıyla birlikte parka, çocuklarıyla birlikte spor salonuna gidiyorlar; çocuklarını beklerken diğer annelerle sosyalleşiyorlardı. Yaşadıkları mahallede belki de aile ve hemşehrilik üzerine kurgulanmış dar sosyal ağlarına “tanıdık yabancıların” katıldığı bir ritüeldi de bu aynı zamanda.
Bu ritüelin en olumlu özelliklerinden bir tanesi de kadınların öğrendikleri tüm “yenilik”leri birbirlerine dedikodu gazetesi vasıtasıyla aktarabildikleri bir alanın kendiliğinden gelişiyor olması. Tanıdık yabancılardan oluşan sosyal ağı ne kadar zenginse, kadınların kentteki hareketlilikleri ve kentle ilgili algıları o kadar gelişkindi.
Örnek Anne Projesi
Berlin’de incelediğim “örnek anne” projesi, yerel yönetimlerin uygulayabileceği çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Proje, aslında Almanya’da göçmenlerin topluma entegrasyonunu hedefleyen bir ana politikadan besleniyor. Ancak, bu projede göçmen kadınlar, kendi mahallelerindeki diğer göçmen kadınları evlerinde ziyaret ederek çocuklarının eğitim sistemine nasıl dahil edilmesi gerektiği, cinsel eğitimlerinin nasıl yapılması gerektiği, ergenlikte psikolojilerinin nasıl değişeceği ile ilgili bilgiler veriyorlar. Kapılarını Alman bir yetkiliye bu kadar kolay açmak istemeyecek kadınlar, hemşehrilik bağları üzerinden kurgulanmış bu sistemde, örnek annelere kapılarını açmakla kalmıyor, bazen yakın arkadaş oluyor, hatta bazen kendileri de örnek anne oluyorlar.
Örnek anneler ise, bunun karşılığında mahalle sınırları içerisinde istihdam edilmiş oluyorlar. Benim görüştüğüm pek çok eski “örnek anne”, şimdi Berlin’in dört bir yanında “iş kadını” olmuşlar. Birisi anaokulu öğretmenliği sertifikası alıp anaokulunda çalışmaya başlamış; birisi güzellik merkezi açmış, birisi bir lisede aşçı.
Sanırım, bu projenin başarısı, annelerin anneleri çocukları ile ilgili bilgilendiriyor olmasında. Bu sebeple, o kapılar daha uzun süre açık kalıyor; anlatılanlar daha ilgiyle dinleniyor. İlaçların yan etkilerinin olabileceği gibi, bu projenin de önemli ve olumlu bir yan etkisi var. Aslında, anneler annelerin evlerine girip çıkarken, yabancı tanıdıklardan oluşan ağlarını zenginleştirmiş oluyorlar. Bu da önce mahalle içerisinde, sonra da kentte daha rahat ve özgüvenle hareket etmelerinin temel taşını oluşturuyor.
Sınırlılıkların ortadan kalkması, bir öğrenme sürecini gerektirir. Bu projede taraf olan tüm aktörler kendi paylarına bir şeyler öğrendiler; ama en önemlisi kadınların kadınlara öğreterek dönüştürme gücünü “yeniden keşfettik”. Bu güç, belki de en ucuz işgücü. Neden Kartal Belediyesi’ni başka yerel yönetimler de takip etmesin ve bizim de örnek annelerimiz olmasın ki?