Irmak Akman, irmak@de-da-dergi.com
Sözcü’nün 25 Ağustos tarihli sayısında, Ege Cansen’in “Çok Mühendis, Yok Mühendis” başlıklı yazısı yayımlandı. Yazıda Cansen, sanayi kuruluşlarında ücretlerin unvana göre verilmesinin, mühendisleri AR-GE’den uzaklaştırarak yöneticilik yapmaya ittiğini, bunun da AR-GE çalışmalarına darbe vurduğunu anlatıyor. Oysa yaratıcı mühendislerin genel müdürden daha yüksek maaş alabilmesi gerektiğini söylüyor. Cansen, şöyle diyor:
Sanayi firmalarımızın, hem “kg fiyatı” hem de “ulusal katma değeri” yüksek ürün ihraç edebilir hale gelmesi, ülkemizin “orta gelir tuzağından” kurtulma hedefine varması için izlemesi gereken anayolun (stratejinin) adıdır. Bu stratejinin üzerine oturacağı iki büyük proje vardır. Bunlardan birincisi, üniversitelerimizin “temel araştırmaya” daha fazla yönelmesidir. İkincisi de sanayi firmalarının “Araştırma ve Geliştirme” faaliyetine daha fazla kaynak ayırmasıdır. Sanayide araştırma daha doğrusu geliştirme denince, firmanın karşısına bu işi yapacak mühendis bulma sorunu çıkar.
Cansen’in yazısı şirketlerin ücret politikalarına odaklanıyor, ancak Türkiye’de AR-GE faaliyetlerinin önündeki engeller bununla sınırlı değil. Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi İlker Birbil ve İzmir merkezli LED aydınlatma armatürleri üreticisi Omega Elektronik’in genel müdürü Mümtaz Bademli, Türkiye’de inovasyonun karşısındaki engelleri ve bu engellerin nasıl aşılabileceğini anlattılar.
Eğitim ve inovasyon
Birbil, merkezi sınav sisteminin mühendislik eğitimi için çok büyük bir sorun oluşturduğunu düşünmüyor; aynı şekilde en iyi öğrencilerin birkaç iyi üniversitede toplandığı ile ilgili görüşüme de tam olarak katılmıyor. Ona göre sorun öğrencilerin becerilerinden çok, üniversitelerin yeterince iyi olmayışı. “Bizim amacımızın, bu kadar genç bir nüfustan insan seçtikten sonra üniversiteleri daha iyi yapmak yönünde olması lazım. Arkadaşlar zaten iyiler,” diyor.
Ancak Birbil, lisedeki temel bilimler (fizik, kimya, biyoloji, matematik) eğitiminin merkezi sınav sisteminden olumsuz etkilendiğini kabul ediyor. “Lisede çok iyi matematik, fen hocaları eminim vardır, ellerinden geleni yapıyorlardır ama onların ellerini kollarını bağlayan bir üniversite sınav sistemi var. Lise müfredatı gereğinden fazla ağır. Çok şey öğretmek üzerine. Ne kadar çok konu öğretilirse o kadar iyi olacağı zannediliyor. Bunun yerine merak uyandıracak biçimde daha az konu olabilir. Daha derinlemesine bakabilmelerini sağlamak önemli… Örnek vermek gerekirse fizik deneylerine ayrılan zamanın fizik konuları anlatmaktan fazla olmasında hiçbir sakınca yok. Bu işi kalkıp çeşitli denklemler üzerinden yürütmeye çalıştığınız zaman tabii ki üniversite sınavında ölçme yapmak çok daha kolay, fakat biz onlarda bu merakı uyandırmıyor, aksine ‘ben bunu ancak bana bir reçete verildiğinde yapabilirim’ diye düşünmelerine neden oluyoruz. Burada öğretmenleri suçlamıyorum kesinlikle. Çünkü öğretmenler bunu yapmak isteseler bile eminim ebeveynler istemeyecekler. Sistem zaten kesinlikle tükürüp atıyor o tür fikirleri. Dolayısıyla temel bilimler eğitimi fazla. Fazlayla kastettiğim de çok fazla şeyi öğretmekle uğraşılıyor. Ama işin özü o arkadaşlarda merak uyandıracak kısımlar maalesef göz ardı ediliyor. Bunlar çok eğlenceli, güzel konular aslında.”
Aynı şekilde Birbil, üniversite sınavı tecrübesinin, öğrencilerin bir konuyu gerçek bir merak duygusuyla araştırma ve öğrenme heveslerini kırdığını da söylüyor. “Bu sistemle geldikten sonra arkadaşlar bir konuyu kendi başlarına oturup öğrenmek, merak edip başka konulara atlamak, dallanmak gibi şeyleri yapma konusunda çok tereddütlüler. Kendilerine güvensizlikleri olduğu için de bu sefer inkâra geçiyorlar. Çok parlak öğrenciler üniversiteye geldikten sonra çalışmayı bırakırlar. Bunun sebebi şu: Siz onlara tek bir hedef koyuyorsunuz, uzunca bir süre bu hedefe çalışıyorlar. Üniversiteye girince artık ben bu hedefi başardım diyorlar. Aslında ondan sonra başlıyor olay. O zaman içerisinde biz onları o kadar örselemiş oluyoruz ki, bizlerin karşısına geldikleri zaman, bildikleri bir tane yöntem var: onlara bir çözüm yöntemi gösterilecek, hatta bunu belki de hızlı yapması istenecek. Bunu iyi yapıyorlar. Ama şunları alıp şunun çevresinde çalış, oku dediğin zaman genellikle güçlük çekiyorlar. Aralarında mutlaka çok parlak arkadaşlar var, bunların bazı liselere dağıldığını da görüyorum, ama durum bu…”
Birbil, üniversitelerin temel bilimler bölümlerinden mezun olanların, sanayi kuruluşlarının AR-GE bölümlerinde iş bulamadığını, mühendislerin tercih edildiğini anlatıyor. “Endüstride firmalar iyi bir üniversitenin iyi bir mühendisliğinden mezun olan bir adamı her pozisyon için tercih ederiz diye düşünüyorlar. Yaptıkları iş sadece istatistik olsa bile. Yani bir istatistik mezununu almak istemiyor ya da aklına bile gelmiyor. Bu konuda kalıplarımız var; o kalıpların dışına çıkmakta hepimiz zorlanıyoruz.”
İnovasyonun üç ayağı: Sanayi, üniversite ve devlet
Cansen’in, yüksek katma değerli ürün üretip ihraç edebilmemiz için üzerinde durduğu iki konudan birincisi üniversitelerin temel araştırmaya yönelmesi, ikincisi ise sanayi kuruluşlarının daha çok AR-GE yapması. Peki, üniversiteler ile sanayi kuruluşları arasındaki işbirliği ne düzeyde? Akademik çalışmaların sonuçları sanayide değerlendiriliyor mu?
Birbil alınması gereken çok yol olduğunu söylüyor. “Ufak ufak başlandı. Ama çok tökezliyoruz. Bunu iki taraf için de söylüyorum. Üniversite öğretim üyeleri -özellikle devlet üniversitelerinde- zaten hayatlarını idame ettirmekte güçlük çekiyorlar. Bu projeleri yapmak istiyorlar. Ama şöyle sıkıntılar var tabii: Örneğin TÜBİTAK’ın son dönemde çıkan destekleri var. Devletin diğer destekleri de mevcut. Şu son birkaç ayı saymazsak eğer, şirketler bu destekleri almanın peşine düşüyorlar. Dolayısıyla orada bir proje yazılması gerekiyor. Ya var olan bir işlerine proje süsü veriyorlar ve projenin asıl AR-GE olan kısmını uygulamada by-pass ediyorlar, ya da üzerlerinde öyle bir baskı var ki AR-GE kısmına ayıracak bütçeleri zaten yok. Yetiştirmeleri gereken işleri, memnun etmeleri gereken müşterileri var. Dolayısıyla kalkıp AR-GE yapacak zamanları olmuyor. AR-GE yapıyor gözüküp aslında hızlı hızlı yangını söndürmeye çalışıyorlar normal hayatlarında. AR-GE tabii karşılıklı sabır istiyor, uzun sürüyor, 10 liralık yatırım yapıyorsunuz bir lirası geri dönüyor ama döndüğünde büyük dönüyor gibi şeyler var. Tamamen yok değil; bunları yapan belli başlı firmalar var. Fakat göz ardı ettiğimiz firma sayısı çok fazla. Örneğin Türkiye’de orta ölçekli çok geniş bir sanayi var. Milyonlarca aile buradan geçiniyor. Bu insanların birçoğu alaylılar, çok iyi işler yapıyorlar, fakat kâr marjları ya da yapabildiklerinin sonuna gelmiş durumdalar. Onun ötesinde ufak tefek AR-GE yapmaları lazım. Burada da devlet, doğru insanlarla doğru firmaları bir araya getirmesi gerekirken bunu yapamıyor. Bir firma çıkacak, bir AR-GE problemi düşünmesi için bir hocayla bir araya gelecek. Ne o firmanın ona o kadar vakti var, ne hangi hocayı bulacağını biliyor. Onun için aracı firmalarla birlikte yapılan projeler oluyor ama bu projeler genellikle yürüyen bir iş için, biraz da AR-GE süsü altında devletten destek almak için oluyor. Hepsi böyledir demiyorum kesinlikle, ama böyle projeler az değil.”
Bademli, yazılı olarak paylaştığı görüşlerinde, üniversite-sanayi işbirliklerinin sağlanması için şöyle bir model öneriyor:
“Üniversitelerin kaynaklarını, yakın çevrelerindeki sanayi kuruluşlarının ihtiyaçları doğrultusunda kullanmalarına imkân sağlayacak bir koordinasyon mekanizması yok. Bir sanayi kuruluşu, ticari potansiyeli olan yeni bir ürün veya teknoloji fikri ortaya çıktığında, bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapabileceği bir üniversite daima bulabilmeli. Projenin ihtiyaçlarına göre, lisans, yüksek lisans veya doktora çalışmaları yapılabilmeli. Yapılan ortak proje, hocalar ve üniversite kaynakları ile desteklenmeli. Projeyi başarı ile sonuçlandıran öğrenci mezun olduğunda, o sanayi kuruluşunda çalışma imkânı da bulacaktır. Ortak çalışma anlaşması, projenin üretim gelirinden üniversiteye telif veya lisans geliri sağlayacak şekilde düzenlenirse, hem üniversiteye, hem de hocalara tatmin edici gelir imkânı da sağlayacaktır. Bu iş modeli, gelecek yeni projelerin desteklenmesini de kolaylaştıracaktır.
Doktora çalışmasını ve tezini, belli bir sanayi projesinde yapan doktoralı mühendis, o sanayi kuruluşunda yönetici olduğunda, o kuruluşun inovasyon yeteneği çok artacaktır.”
Peki devletin AR-GE çalışmalarını desteklemek için uyguladığı politikalar yeterli mi? Devlet öncelikli sektörler belirleyip bu sektörlerde hem üniversiteleri, hem sanayi kuruluşlarını destekleyemez mi?
Bademli, Samsung’un devlet politikaları sayesinde bu kadar başarılı olduğunu anlatıyor: “Günümüzde Kore’de ve Çin’de Devlet-Üniversite-Sanayi işbirliği ile çok başarılı sonuçları olan politikalar uygulanmaktadır. Samsung’un önce DRAM (bellek çipi) alanında dünyanın en büyük üreticisi ve teknoloji lideri olmasında, sonra bu alt yapı üzerinde televizyonda ve telefonda dünya lideri olmasında, Kore’nin doğru yönde uygulanan endüstriyi teşvik politikalarının büyük katkısı vardır.
Çin birçok öncelikli alan belirleyip, bu alanlarda teknoloji geliştiren firmaları desteklemektedir. Öncelikli alanlardaki sanayi kuruluşlarının kümelendiği bölgelerdeki üniversiteler, bu alanlarda lisans, lisansüstü ve doktoralı mezunlar vermeye odaklanmıştır. Belirlenen alanlarda üniversiteler, sanayi kuruluşlarına, üretime hazır tasarımlar yapmaktadırlar. Yine belirlenen alanlarda dünya lideri olan üniversitelere öğrenci gönderilmektedir.”
Birbil, belli sektörlerin belirlenebileceğini ve bu sektörlerde çalışan küçük ve orta ölçekli işletmelerin üniversitelere ve AR-GE teşviklerine ulaşmasının kolaylaştırılabileceğini söylüyor.
“Aslında bunu düşünen, konuşan insanlar var. Devlet dediğimiz zaman sadece hükümet değil tabii; iyi bir teknokrat grubu var. Onlar bu fikirlerle geliyorlar. Fakat atmosfer o kadar önemli ki bu tür şeylerde. Mesela Teknoparklar açıldı bir sürü yerde. Ama Teknoparklardaki şirketlerin çoğu bilişim sektörü üzerine çalışıyor ya da danışmanlık yapıyorlar. Fakat bizim belirlediğimiz, ilerleyebileceğimiz alanlar var. Örneğin makine üreten bir ülke olabiliriz ya da kalıpçılık konusunda çok ilerleyebiliriz. Bunların konsantre olduğu yerler de var. Bir Organize Sanayi Bölgesi’nin içinde 1000 tane firma var, hepsini bir araya koyduğunuz zaman çok ciddi bir yekûn ediyor, ama tek tek baktığınızda bunlar ufak firmalar. Dolayısıyla o AR-GE suyuna atlamaya cesaretleri olmuyor. Onları cesaretlendirmek yönünde bir şeyler yapılması lazım. Burada yine aracı firmalar gerekiyor ama bu firmalar sadece proje yazmayacaklar. ‘Siz burada kalıp yapıyorsunuz, siz öbür tarafta makine üretiyorsunuz, siz başka bir şey yapıyorsunuz, siz şu teknolojiden haberdar mısınız, ya da şu hoca var şunları çalışıyor onlarla bir araya gelebilirsiniz,’ diye karınca gibi çalışacak bir gruba ihtiyacımız var. Yoksa belirli sayfalardan belirli teşvikleri vermek bu işin sadece başlangıcı. O teşviklerle o firmaları buluşturmak çok kritik. Büyük problem şuradan kaynaklanıyor: Zaten büyük firmaların elemanları çok, bunları görüyorlar. Öte yandan küçük firmaların daha bu tür işlere kalkışırken nefesleri tükeniyor. Çok sayıdaki bu firmaları birleştirmek çok önemli. Bunun gibi başka alanlar da olabilir, mesela ziraat. Örneğin bir ara Düzce Üniversitesi arıcılık işine girmişti. Böyle nokta atışı projeler, o projelerin etrafında da üniversitede çalışan insanları birleştirmek gerek. Ama dediğim gibi bu atmosferin olması bir sürü şeye bağlı, ben sadece Polyanna gibi ideal durumu tarif ediyorum size.”
Peki neden inovasyon yapamıyoruz?
Benim de neden inovasyon yapamadığımız konusunda bir teorim var. Bence inovasyon yapamayışımızın sebebi, araştırmaya, öğrenmeye, anlamaya, bilgiye karşı gerçek bir heyecan hissetmeyişimiz. Bunları hep başka şeylerin aracı olarak görüyoruz, iyi not almanın, üniversiteyi kazanmanın, iyi bir işe girmenin, yükselmenin, para kazanmanın. İçten gelen bir heyecan hissetmediğimiz için sürekli bizi motive edecek maddi ödüllere ihtiyaç duyuyoruz. Yine içten gelen bir heyecan hissetmediğimiz için, ancak amacımıza ulaşmamızı ya da işimizi yürütmemizi sağlayacak kadarını araştırıyor, öğreniyor, anlıyoruz. Sanayi kuruluşlarında da, üniversitelerde de, devlet görevlileri arasında da aynı yaklaşımın olduğunu düşünüyorum. Oysa inovasyon yapabilmek için o heyecanı hissetmek gerekiyor, çünkü çalışmamızın maddi dönüşü olup olmayacağını bilmiyoruz. Bu heyecanı ne zaman ve nerede kaybediyoruz, kaybetmemizin sebebi aile yaşantımız mı, okul yaşantımız mı yoksa ülkenin insanı kötümserliğe ve günü kurtarmaya sürükleyen iklimi mi, bilemiyorum.
Bitirirken sözü Bademli’ye bırakayım:
“Yazılım mühendisliğinin bir kuralı vardır. Yazılım geliştirmekte kullanılan kod kümesinin %20’si ile işlerin %80’i yapılabilir derler. Benzer durum diğer mühendislik dallarında da geçerlidir. Az bir bilgi ile birçok iş yapmak mümkündür. Bizim mühendislerimizin durumu da böyledir.
Ancak, yeni bir ürün veya teknoloji geliştirmek, tekniğin bilinen sınırlarının ötesine geçmek demektir ki, önce o sınıra kadar olan bilgilere sahip olmak gerekir. Bizim %20-%30 bilgi ile gidebileceğimiz yer, başkalarının yıllar önce gelip, işin kaymağını yiyip bitirdikleri yerdir. Orada artık bize başkalarını tatmin etmeyen küçük katma değerli rutin işler kalmıştır.”