Veysel Sönmez, veyselsonmez@sabanciuniv.edu
Geçmişiyle yüzleşebilen ve sosyal grupları arasındaki köklü ihtilafları diyalogla giderebilmiş ya da gidermek için önemli bir gayret sarfeden toplumların aksine Türkiye; uzun bir süredir bu konuya dair çaba göstermek bir yana dursun, geçmişle yüzleşmeyi dahi henüz becerebilmiş değil. Hal böyle olunca toplumda birlikte yaşamaya ve toplumun bulunduğu yaşam alanına ait hissetmeye dair oluşan travma zaman içinde katlanarak etkisini artırıyor. On yılların gündeminin birkaç saate sıkıştırıldığı son günlerde yaşanan onlarca haksızlık da bu travmayı en başta oluşturan, ülke tarihi boyunca yaşanmış tradejilerden besleniyor. Bu trajedilerle yüzleşmiyor/yüzleşemiyor olsak dahi bunlara maruz kalmış ve haksız yere bedel ödemiş yurttaşların anılarıyla ya da neler yaşadığına dair hikayelerle karşılaşabiliyoruz, farklı bir kimliğe sahip olmanın sonuçlarına katlanmış ya da en azından bu halin tedirginliğini hep üzerinde taşımış olanların hikayelerini öğrenebiliyoruz. Şüphesiz bu hikayeler arasında en etkilendiğim İstanbul’daki son domuz kasabı Kozmaoğlu İdeal Salam’ın sahibi Lazari Kozmaoğlu’nun hikayesiydi.
140journos’tan Berk Çetin, Lazari Bey ile yaptığı röportaj esnasındaki izlenimlerini de not düşerken şu ifadeyi paylaşıyor: “28 Şubat bin yıl sürmeyecek belki ama 6-7 Eylül’ün izleri, Maraş Katliamı ve Madımak Saldırısı gibi uzun yıllar kalmaya devam edecek”. Röportajda geçmediği için Lazari Bey’in 6-7 Eylül Olayları esnasında neler yaşadığını tam olarak bilmiyoruz, fakat yaşananların kendisinde bir burukluk, derin bir üzüntü yarattığı aşikâr. Yine de kendisi yaşadığı topluma ve alana küsmüş değil. Röportajı esnasında “buralı olmaya” dair söylediği ve beni de bir arada yaşayabilmeye dair umutlandıran kısmı olduğu gibi paylaşmak istiyorum (öfkesinden ötürü kullandığı bazı kelimeleri bu kısmı olduğu gibi paylaşmak istediğim için kaldırmadım, okurun affına sığınıyorum):
“Biz hakiki Türk’üz, Hristiyanız. Türklük başka Hristiyanlık başka. Annemin ailesi Karaman’dan 200 yıl önce gelmiş İstanbul’a. Ondan önce de Nevşehir’deymiş, 2000 yıldır. Baba tarafım da Sakız Adası’ndan geliyor; ama 1820’de, o yıllarda hala Türk toprağı yani. Sorarlardı ‘sen nesin?’ diye, ‘Rumum’ derdim, ‘nerden geldin?’ diye sorarlardı, ulan gelmedik bi’ yerden, buralıyız işte, atla deve değil ki. Kuzguncuk’ta otururduk ben çocukken, annemle babam da Kuzguncuk doğumlu. Bizim zamanımızda iki kilise, iki sinagog, bir de Ortodoks kilisesi vardı Kuzguncuk’ta; biz ezan sesini ancak Ortaköy’den duyardık. O yıllarda daha yeni yeni İstanbul’a gelen Karadenizliler, özellikle de Kastamonulular bize ‘gavur’ demeye başlamıştı, daha önce böyle bir laf yoktu yani. Ulan pezevenk, ben buralıyım, 2000 yıldır buradayım, asıl sen nereden geldin? Mesela onların babaları da eskiden Trabzon çevresinde yaşayan Rumlar; ama bunlar sonradan dönmüşler. Kimseyi de suçlayamazsın ki döndü diye, baskı var çünkü ne yapsın? Ama sen bana gavur dersen ben de sana dönme derim o zaman, böyle mi olacak yani?”

İki hafta önce Lizbon’daki Kalust Gülbenkyan Müzesi’ndeki yüzlerce İznik çinisinin arasında nereye bakacağımı şaşırıp kaybolduğumda aklıma tam olarak Lazari Bey’in söylediği bu sözler geldi. Son yıllarını Lizbon’da geçiren Ermeni iş adamı Kalust Gülbenkyan’ın ölümünden sonra kendisinin koleksiyonu ile açılan müzede Asya, İran ve Avrupa’dan çok sayıda klasik eser bulunuyor; fakat koleksiyonun ağırlığını İznik çinileriyle, halılarıyla, 18. ve 19. yüzyılda yazılmış Ermenice eserleriyle Osmanlı dönemine ait bölüm oluşturuyor. Hiç beklemediğim bir yerde 200 yıl öncesinin İstanbul’unda yazılmış bu kadar eserle ve İznik çinisiyle karşılaşmak Gülbenkyan’ın “nereli olduğuna” dair merak uyandırdı.
Gülbenkyan 1869’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak Üsküdar’da dünyaya geliyor.Çocukluğunu burada geçirip şu anda da Kadıköy’de bulunan Aramyan Uncuyan Okulu’nda, Saint Joseph Lisesi’nde ve Robert Koleji’nde eğitim gördükten sonra ailesi üniversiteyi bitirmesi için kendisini Avrupa’ya gönderiyor. Bir süre Fransa’da kaldıktan sonra Londra’daki King’s College’da Petrol Mühendisliği’ni bitiriyor ve dönemin Hazine Bakanı Hagop Paşa’nın danışmanı tarafından günümüzde Irak ve Suriye’nin bulunduğu bölgelere gönderiliyor ve burada Bağdat Demiryolu çalışanları ile yaptığı konuşmalar ve diğer araştırmaları sonrasında petrol rezervi açısından yüksek bir potansiyel olduğunun farkına varıyor. 1895 yılında petrol ticaretiyle doğrudan uğraşacağı bir şirket kuruyor ve günümüzde de petrol arama ve sondaj faaliyetleri yürüten Shell’in, 1929 yılında ismi Irak Petrol Şirketi olarak değiştirilen Türk Petrol Şirketi’nin (Turkish Petroleum Company) ve çeşitli petrol firmalarının kuruluşunda rol oynuyor. Petrol konsorsiyumlarında bulunan firmalar arasında ağırlıklı olarak uzlaştırıcı bir rol oynuyor ve bu nedenle her konsorsiyumda bireysel olarak %5’lik, karar yetkisi içermeyen hisseleri bulunuyor. Bu nedenle de iş dünyasında Bay Yüzde Beş (Mr. Five Percent) olarak biliniyor. Osmanlı’nın son dönemleri itibariyle kalan yaşamını Paris’te ve Londra’da sürdüren Gülbenkyan; müzenin kuruluşunu da sağlayan, antik çağdan 20. yüzyıla kadar geniş bir aralığı içeren 6000’in üzerinde eseri sanat koleksiyonuna katıyor ve son 12 yılını Lizbon’da geçirerek 1955 yılında hayatını kaybediyor.

Gülbenkyan’ın ünlü bir iş adamı ve sanat koleksiyoneri olduğu hayatı bir yana, biyografisine dair çeşitli resmi kayıtlar ve torunu Martin Esayan’ın anlattıkları haricinde çok şey bilinmediği için çoğu konuya dair düşünceleri tartışmalı görünüyor. Yakın zamanda İngiliz tarihçi Jonathan Conlin, Gülbenkyan’a dair detaylı bir biyografi üzerine çalışmaya başlamış; bu çalışma esnasında Gülbenkyan’ın Osmanlı’nın son dönemindeki petrol anlaşmalarında oynadığı rol ile Osmanlı Devleti’nin çıkarlarını gözeten gerçek bir Osmanlı diplomatı olduğunu belirtiyor. Buna karşın bazı tarihçiler Gülbenkyan’ın yaptığı petrol anlaşmalarının günümüzde görece geçerliliğini koruyan ve politik bağlamda tartışmalı Sykes Picot Anlaşması’nın temellerini oluşturduğunu öne sürüyor. Yaşamı hakkında da bir belirsizlik görünüyor: Gülbenkyan’ın Ermeni Katliamı sırasında Türkiye’de bulunmadığı biliniyor, fakat ailesinin Hamidiye Alayları Katliamları’nın öncesinde İstanbul’dan Mısır’a kaçtığına dair doğrulanmamış bilgiler bulunuyor.
Gülbenkyan’ın yaşamını öğrenmek etrafında şekillenen tartışmalara bakıldığında kendisinin Lazari Bey’in hikayesiyle örtüşen noktaları doğrudan paylaşmadığı görülebilir. Fakat Gülbenkyan’ın bu metnin eksenine koymamın sebebi bana “buralı olmaya” dair şu soruları sordurması oldu: Eğer Gülbenkyan Türkiye’de yaşasaydı Türkiye toplumu bugün iktisadi ve entellektüel açıdan nasıl bir noktada bulunurdu? Tıpkı Gülbenkyan gibi “buralı olan” fakat buradan ayrılmış ya da ayrılmak zorunda kalmış, buralı olamamış ve dünyanın farklı yerlerinde iş dünyasında, sanatta, edebiyatta ve bilimde etki sahibi olmuş isimler buralı olabilselerdi Türkiye bugün nasıl bir toplum olurdu? Eğer Türkiye kültürel çeşitliliğini koruma konusunda muvaffak olabilseydi, bugün bizi küresel gerçeklikten koparan bazı akıldışı uygulamaları görmeyebilir miydik? Politik süreçlere toplumun doğrudan katılımı, daha adil bir istihdam şeması, daha verimli yapılandırılmış bir eğitim sistemi, şiddetin ve çatışmanın yaşanmadığı bir düzen mümkün olur muydu? Geçmişte ya da son zamanlarda bu kültürel çeşitliliğin, bir başka deyişle Lazari Bey’e nereli olduğunun sorulmamasını sağlamanın önündeki engellerin; bu engelleri nasıl ve hangi kanallarla aşabileceğimizin üzerine bugün ne kadar tartışıyoruz?
Son soruya kadar dayanağı ihtimaller üzerine kurulu bu soruları kesin bir şekilde cevaplamak ya da geçmişte yaşanan trajedilere göre bir nedensellik kurabilmek elbette mümkün değil, sağlıklı da değil. Fakat son soru, yurttaş olarak sonucuna katlanılan çoğu soruna yaklaşımın farkını açığa vuruyor.
Türkiye’de sosyal gruplar arasında zayıflayan, hatta son günlerde kopma noktasına gelen diyalog ve farklı kimliklerin toplumun çoğunluğu tarafından tarihsel olarak kabullenilmemesi önemli oranda ekonomik ve bilimsel gelişmelerden ayrı bir şekilde değerlendiriliyor. Örneğin, yurttaşlar ve kimlikler arasındaki diyalog eksikliğinin kayıtdışı ekonomiye katkısı olup olmadığı kapsamlı bir şekilde tartışılmıyor. Aynı şekilde üniversite sınavlarından sıfır puan alan öğrenci sayısı eğitim sisteminin analizinde değerlendiriliyor, fakat sosyal gruplar arasındaki anlaşmazlıkların payı ihmal ediliyor. Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasında onlarca dil konuşuluyor, önemli bir bölümü de kültürel zenginliğinden ötürü Türkiye’de de bir geçmişe sahip; fakat bu dilleri neden bilmediğimizi, bu dilleri bilenlere dair neden istihdam açığı olduğunu, başka alanlara ne tür yansımaları olduğunu yeteri kadar konuşmuyoruz. Dolayısıyla Lazari Kozmaoğlu’nun buralı olması tam da tüm bu meselelerin ortasından geçiyor. Toplumun geçmişiyle yüzleşebilmesi, birbiriyle konuşabilmesi, anlayabilmesi ve farklılıklarını inkâr etmemesi Türkiye’deki önemli konuların temelini oluşturuyor. Bu temelin etrafında tartışmadan, düşünmeden de sağlıklı bir iktisadi kalkınma ya da söz gelimi AR&GE’nin GSYH’deki payını artırmaya dair kaydadeğer bir yol bulabilmek mümkün görünmüyor.
Gülbenkyan’ın ve Kozmaoğlu’nun hikayelerini özetlemiş olmaktaki amacım Türkiye’nin çeşitliliğini kimlik siyasetine indirgeyerek bir mağdur profili resmetmeye çalışmak değil. Yine diyalogun önemi üzerine tartışmayı vurgularken belirli alanlardaki sınıf etkisini de ihmal etmiyorum. Fakat bana ucu açık sorular sorduran bu hikayeleri, farklı olanın buralı olması üzerine düşünmemizin gerekliliğini öne çıkarmak istedim. Çünkü onların olması gerektiği gibi buralı olabilmesinin her alanda karar alma süreçlerinin, yetkinliğin ve sorunların çözümünün temelini oluşturduğuna inanıyorum. Diyalog kurmanın, birlikte düşünebilmenin, çaba gösterebilmenin ve geliştirebilmenin güçlü bir temel oluşturacağına ve öncelikli olarak tartışılmayı hakettiğine inanıyorum.
Kaynaklar
İstanbul’un Son Domuz Kasabı Lazari Kozmaoğlu: “Ne olursa olsun, biz bu ülkeyi çok sevdik”. 140journos (6 Eylül 2015).
Calouste Sarkis Gulbenkian. Calouste Gulbenkian Foundation (www.gulbenkian.pt).
“Bay Yüzde Beş’in gerçek hikayesi. Maral Dink, Agos (9 Ocak 2015).
Iraq, Sykes-Picot and Mr Five Percent. Ibrahim Al-Marashi, Al Jazeera (16 Mayıs 2016).