Irmak Akman, irmak@de-da-dergi.com
“Mutluyken söz, kızgınken cevap, üzgünken karar verme.”
Geçinilmesi zor bir insanım. Benim dünyamda, yapılacağı söylenen şey, çok büyük bir mazeretiniz yoksa eninde sonunda yapılır. Pek çok durumda geç kaldığım doğrudur ama endişelenmeyin, geç de olsa yaparım. Hatta bazen insanın hayatını, keyfi yerindeyken verdiği ve çıkartacağı işi aslında asla öngöremediği sözleri yerine getirmeye çalışmakla geçirdiğini düşünüyorum. Bunda da çok yerinilecek bir yan göremiyorum. O sözleri vermek zorunda değildiniz. (Belki onları yerine getirmenin ne kadar zor olduğunu öngöremezdiniz, ama insanın önem verdiği şeyler ve kişiler için zorluklara katlanma potansiyeli de bayağı yüksek, o yüzden bu mazeret sayılmaz.) Bir sözü verdiyseniz de tutmanız iyi olur; hem verdiğiniz sözleri tutarken bir bakmışsınız bir çocuk büyütmüşsünüz (çocuk yapmak da onu doğru düzgün yetiştireceğinize dair verilmiş bir sözdür), kariyer yapmışsınız, borcunuzu ödeyip bir ev sahibi olmuşsunuz (borç alırken gene de dikkat etseniz iyi olur), karınız kocanız sevgiliniz eşiniz dostunuz sizi düzgün bir insan bilmiş…
Sözünüzü tutmazsanız bir yaptırıma uğrayacağınız için tuttuğunuz sözlerin pek bir değeri yok. En kıymetlileri, sözünüzü tutmazsanız da başınıza hiçbir şey gelmeyeceğini bildiğiniz halde tuttuğunuz sözler. Yani bir prensip olarak verilen sözün tutulması gerektiğini düşünüyorum, ama prensipleri küçümseyenler için bu prensibin arkasındaki mantığı da açıklayayım: Bir kişiye bir söz verdiyseniz, onda oluşturduğunuz beklentinin boyutunu bilemezsiniz. Facebook’ta 100 kişinin davet edildiği bir partiye geleceğinizi de söylemiş olabilirsiniz (ve burada tabii ki “geleceğime söz veriyorum!” demediniz, sadece “Evet” kutucuğuna tıkladınız ama bu da bir sözdür sonuçta), sadece beş kişinin davet edildiği bir ev partisine gideceğinizi söylemiş de olabilirsiniz. Tabii ki sizi evine çağıran arkadaşınızı zahmete sokacağınızı bildiğiniz için ikincisinin, birincisinden daha önemli bir söz olduğunu varsayabilirsiniz. Ama 100 kişiyi davet eden arkadaşınız, belki de en çok sizi göreceğine seviniyordu. Tamam bunu nereden bileceksiniz ama belki de çekingen bir insan. (Bir araştırma, insanların arkadaş bildiklerinin yarısının kendilerini arkadaştan saymadığını saptamış. Yani sizin önem vermediğiniz birisi sizi arkadaşı biliyor olabilir!) O Facebook kutucuğunu Evet’ten Hayır’a değiştiriverin. Daha da iyisi, mesaj atarak ya da arayarak gelemeyeceğinizi haber verin.
Söz verdiyseniz tutmanız gerekir. Eğer sözünüzü tutmak çok zor geliyorsa, ama zor gelmesi dışında bir mazeretiniz yoksa, yine de tutmanız gerekir. Bu, size bir daha söz verirken dikkatli olmanız gerektiğini öğretir. Kendi sınırlarınızı, verdiğiniz sözü tutmanın size ne kadar zor geldiğini ve o sözü verdiğiniz arkadaşınıza ne kadar değer verdiğinizi öğrenmenizi sağlar. Eğer o sözü yerine getirmek size çok zor geldiyse, bir daha o arkadaşınızın ricalarını kibarca reddedersiniz, olur biter. Özellikle çocuğum olduktan sonra zamanım o kadar kıymetli hale geldi ki, rahatça hayır diyorum.
Eğer sözünüzü tutmanızı engelleyen ciddi bir mazeretiniz varsa, o mazeret ortaya çıktığı anda söz verdiğiniz kişiyi arayıp bilgi vermeniz gerekir. Eğer “dur daha iyi bir seçenek çıkmazsa buna giderim” diyerekten, pek gitmeye hevesli olmadığınız halde son dakikaya kadar haber de vermiyorsanız, bu sizin çıkarcı ve ikiyüzlü bir insan olduğunuzu gösterir. İnşallah sizi davet eden arkadaşınız da sizin bu yüzünüzü bu vesileyle görür de sizin için kılını bile kıpırdatmaması gerektiğini anlar. (Gerçi arkadaşınızla ilişkiniz karşılıklı olarak bu düzeydeyse, yani o da sizinle sadece daha iyi bir seçenek bulamadığında vakit geçiriyorsa sorun yok.) Eğer haber vermeye üşendiğiniz için haber vermiyorsanız ya da ölü taklidi yaparsanız yokluğunuzun fark edilmeyeceğini düşünüyorsanız iyi şanslar! Hem sözünü tutmayan, hem de haber vermeyen arkadaşlarımı hemen “ne olduğu tanımlanamayan varlık” kategorisine indiriyorum. Çünkü bu davranış sözü tutmamaktan da öte, verdiği sözü ve söz verdiği kişiyi yok saymak anlamına geliyor. Tabii ki içimden onları arayıp sözlerini tutmadıkları ve bir mazeret de bildirmedikleri için kendilerine çok kızdığımı ve arkadaşlığımızı sorguladığımı bildirmek geçiyor. Bu insanı biraz kızgın, aşkına karşılık bulamayan sevgili konumuna düşürüyor. Günümüzde sözünü tutmayan değil, alacaklı gibi neden sözünü tutmadın diye soran garip karşılanıyor. Buna rağmen böyle davrandığım oldu, ama bazen de olaydan çıkardığım dersi kendime saklayarak “amaaan ne uğraşıcam şimdi buna laf yetiştirmeye, gün gelir lazım olur” diye düşünüyor, sessiz kalıyorum. Böylelikle arkadaşlığımız benim nezdimde bir çıkar ilişkisine dönüşüyor.
Bu noktada, haber verirken gerçek mazeretimizi söylememiz mi, yoksa bir yalan uydurmamız mı gerekiyor diye soranlar çıkabilir. Gerçek mazeretinizi söyleyin. Eğer saçma sapan bir şeyse (“Canım istemiyor! Yorgunum! Daha cazip bir program çıktı!”) arkadaşınız da sizin ona pek değer vermediğinizi anlar, ona büyük bir iyilik yapmış olursunuz. “Aman bana kızmasın da beni yine iyi arkadaşı bilsin!” diye yalan uyduruyorsanız, yine çıkarcı ve ikiyüzlü bir insansınız demektir. Karşınızdaki mazeretinizin doğruluğundan şüphe duyarsa sizi (zaten size müstahak olan) bu kategoriye alabilir.
Sizi arkadaş bilenleri arkadaş bilmeniz dileğiyle, güzel günler diler, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirinden esinle yazdığım birkaç dizeyle sözlerimi noktalamak isterim:
Diyelim ki bir Cuma akşamı,
Eve yeni girmişsin, kurt gibi açsın, haftanın yorgunluğu çökmüş,
Dışarıda hava -5 derece,
Gitmeye söz verdiğin partiye de en az 40 dakikalık yol var Yandex’e göre,
Yine de giyinip kuşanıp gideceksin o partiye,
Gitmezsem bana kızarlar, davet edince gelmezler diye de değil,
Sözünü tutmak isteği ağır bastığından.