Melis Oğuz, meloguz@gmail.com

Yan Yol takipçileri ve de/da fanzin okurları bileceklerdir, toplu taşıma ve güvenlik üzerine araştırmalarımı son zamanlarda daha da yoğunlaştırdım. Irmak da geçenlerde benimle the Guardian’da yayımlanan “Paying to Stay Safe: Why Women Don’t Walk As Much As Men” başlıklı makaleyi paylaştı. Bu makalede Talia Shadwell, Stanford Üniversitesi’nde hareketlilik eşitsizliği üzerine yapılan araştırma dizisinin bulgularını derlemiş. Tim Althoff, Rok Sosic ve Jennifer Hicks’in öncülüğünde araştırmalarını yürüten ekibin bulgularına göre, kadınların erkeklere göre daha az adım attığını ortaya koymuş. İlk akla gelen muhtemel sebeplerin (tembellik, fiziksel farklılık vs.) aksine bu durumun kişisel güvenlik ve güvenlik kaygılarından ortaya çıktığını belirtiyorlar. Bu araştırma için, dünya genelinde 717 527 kişinin 68 milyon günlük aktivitesi akıllı telefon verileri üzerinden incelenmiş. Bu araştırmanın sonuçları, kadınların erkeklerden daha az adım attığını, dolayısıyla da sağlık riskleri açısından daha dezavantajlı konumda olduklarını ortaya koyarken, cinsiyetler arası bu farkın sebeplerini de araştırmışlar. Bu araştırmanın baş yürütücüsü olan Althoff şöyle diyor: “Bir kişinin çok yürümüyor olmasını, tembelliğine yorabilirsiniz; ancak yüz binlerce insan cinsiyetleri açısından farklılaşan istatistikler gösteriyorsa, o zaman bu toplumsal bir sorundur.”
Daha ne kadar kapanabiliriz?
de/da fanzin’in Ağustos/Eylül 2017 sayısındaki yazımın başlığı buydu. Kişisel güvenlik ile ilgili korku ve kaygıların seyahat tercihlerinde önemli etkenler olduğunu o yazımda da belirtmiştim. Yukarıda sözünü ettiğim araştırmadan bu yazıyı ele alırken henüz haberdar değildim, ancak araştırmanın bulgularının benim çalışmamla örtüşmesi, dergi olarak yayın hayatına başlayan de/da’nın da tematik çerçevesini “korkularımız” olarak belirlemesi, bu sayıya da yine bu tema çerçevesinde yazma gereği duymama sebep oldu.
Ağustos’tan bu yana, toplu taşıma ve güvenlik algısı üzerine araştırmalarımı sürdürüyorum. Bu alanda yapılmış çalışmaların yetersizliği hakikaten dikkat çekici. Kimse mi fark etmemiş, yoksa bunu kabullenmiş ve devam mı etmişiz bilemiyorum. Shadwell’in makalesine seçtiği başlık, her şeyi açıklıyor belki de. “Parasını ödersen, güvenlik sorununu da çözersin.” Bu, yolculuklar için özel bir araca ya da taksiye binmek olabilir. Evinize güvenlik alarmı ya da gözetleme kamerası taktırmak olabilir. Oturduğunuz siteyi jiletli tellerle çevirip bir de güvenlik görevlisi tutmak olabilir.
Farkındaysanız, güvenlik kaygıları arttıkça, güvenlikle ilgili verilen hizmetlerin de çeşitliliği arttığı gibi, sahip olunması da yavaş yavaş lüks olmaktan çıkıp zorunluluk haline geliyor. Oturduğum apartmanda güvenlik alarmı olmayan tek bir daire bile kalmadı. Nasıl kalsın? Hırsızlık için resmen davetiye çıkarmak manasına gelir bu. Apartmandan sokağa, sokaktan mahalleye doğru yayılacak bir süreç bu. Vakalar, önlemleri, önlemler yeni çeşit vakaları getirecek. İstatistiki olarak artacak olan bir diğer ve en önemli şey ise, güvenlik kaygısı.
Gerçekleşen suç vakaları ile suç korkusu niceliksel ve niteliksel olarak birbirinden farklıdır. Kentsel suç üzerine yapılan çalışmaların gösterdiği üzere, kamusal alanda suç korkusu en yüksek seviyede olan grupların (kadınlar ve yaşlılar) gerçekleşen suç vakalarının kurbanı olma oranı, korku ve kaygıları ile kıyaslandığında oldukça düşüktür. Bannister ve Fyfe’ın çalışmalarında belirttikleri üzere, yolculuk tercihleri ve gündelik hayat hareketliliği gerçekleşen suç vakalarından çok suç korkusundan etkilenmektedir.
Günümüzde suç korkusu çok daha büyük bir sorun olarak ortaya çıkmakta. Mekan kullanıcılarının güvenlik kaygılarında önemli rol oynayan tasarıma dair belli başlı etmenlerin başında karanlık, ıssızlık, gözetimsizlik, bakımsızlık ve düşük çevre kalitesi geldiği biliniyor. Suç korkusunun davranışsal sonuçları, belli başlı mekanların tehlikeli olarak algılanmaya başlaması, geceleri dışarı çıkılmaması ve belirli bölgelere yalnız gidilmemesi olarak kendini gösterir. Doktora tezimde de ortaya koyduğum üzere, kentteki bu tip hareketsel mesafe ve sıklığı kısıtlayıcı tutumlar daha çok kadınlar arasında görülmektedir. Kamusal alanda duyulan korku ve kaygı, kentli grupların özgürlük alanlarını kısıtlar, kentten ve kentsel yaşamdan duyacakları hazzı azaltır, kentin olanaklarından faydalanma ihtimallerini düşürür.
Araştırmalar, kamusal alanda duyulan suç korkusu ile toplu taşımada duyulan suç korkusunu tetikleyen unsurların birbirleriyle örtüştüğünü gösteriyor. Bu korku daha çok kamusal alanda da mekan kullanıcısı ya da toplu taşıma yolcusunun kontrolünün dışında gelişebilecek olaylara karşı tetikte olma durumu ile ilgilidir. Suç korkusu, toplu taşıma kullanımının tercih edilmemesinin en önemli sebepleri arasında sayılmaktadır. Bu durumda da, güvenliklerinin “bedelini” ödeyebilenler hareket etme konusunda daha özgürken, ödeyemeyenlerin hareketleri sınırlanmaktadır.
Kamusal alanda suç korkusu yaşadığını belirten grupların başında kadınlar geldiği için, bu tema üzerine odaklanan çalışmalarda erkekler yeterince yer edinememiştir. Kadın ve erkekler, farklı suç olgularına karşı farklı mağduriyet hassasiyetlerine sahiptir; bu da güvenlik algısı ve suç korkusu ile ilgili de etkileyici etmenlerin farklılaşmasını beklememize yol açar. Ümit ediyorum ki, sürdürmekte olduğum çalışma tamamlandığında, güvenlik algısını tetikleyen etmenlerin farklı yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi vs. gibi alt gruplara göre değerlendirilmesini mümkün kılacak parametrelerle ilgili daha kesin konuşabilir olacağım.
Suç korkusu nedir?
Söz konusu suç korkusu olunca, yazın taramasında karşıma hep kriminoloji alanında yapılan çalışmalar çıktı. Elbette bu da yaşadığımız kentlerin durumunu daha iyi açıklıyor. Kent plancıları, kent yöneticileri bu kavramları kendi alanlarıyla kesiştiren çalışmalar yapmamışlar pek. Bu kısımda benim güvenlik algısına dair çalışmamı dayandırdığım disiplin kriminoloji olacak; dolayısıyla tanımadığım sularda yüzmenin riskini taşıdığımın farkındayım.
Suç korkusuna ilişkin yapılan araştırmaların ortaya koyduğu en önemli bulgu şu: Suç oranlarındaki artışa paralel olarak artan suç korkusu, daha sonra alınan güvenlik önlemleri ya da geliştirilecek güvenlik politikalarıyla suç oranlarında düşüş sağlansa dahi doğrusal bir oranla düşüş göstermiyor. Diyelim ki apartmanda bir hırsızlık vakası oldu ve bir daire güvenlik alarmı taktırdı. Ardından güvenlik alarmı olmayan dairelerden birkaçı da güvenlik alarmı taktırdı ve belki bu süre zarfında mahalledeki hırsızlık vakaları azaldı. Güvenlik algısı ile ilgili durum halen değişmediği için, suç oranlarının düşüşü, suç korkusunun azalmasını etkilemeyecek, hatta belki mahallede güvenlik alarmı abonelikleri de hızla artış göstermeye devam edecek. Ne yazık ki, bu konuda yeterli ve gerekli istatistiki verim yok. Emniyet Birimleri bu bilgileri bir akademisyenle de olsa, gerekçesini net olarak belirtmiş de olsam, paylaşmak istemedi.
Yukarıda örneklemeye çalıştığım üzere, suç korkusu, üzerinde ayrıca durulması ve suçtan bağımsız bir şekilde ele alınması gereken önemli bir problem. Suç korkusu, bireyde toplumdan geri çekilme, içe kapanma ve topluma yabancılaşma gibi olumsuz etkilere neden olan ciddi bir sorun olarak kendini gösterebilir.
Suç korkusu ve suç arasındaki ilişkiyi, kırık camlar teorisine atıfta bulunarak çözümlemek mümkün. Kamusal alanda duyulan suç korkusu, suç mağduriyeti korkusu, güvenlik kaygısı ya da daha genel olarak güvenlik algısı, belirli mekanların belirli zamanlar içinde ıssızlaşmasına sebep olabileceği ve bu sürecin kısır döngüsel bir şekilde, bu mekanların suç vakalarının gerçeklemesine daha açık hale geldiği ve potansiyel oluşturduğu düşünülebilir. Aynı şekilde, suçun önlenebilmesi ve kontrol altına alınabilmesi için en çok ihtiyaç duyulan toplumsal dayanışmayı da zedelediği için suç korkusu, suçla mücadeleyi zorlaştırıcı bir özelliğe de sahip. Kısaca, döngüye bir girildi mi, içinden çıkılması hayli zor.
Suç korkusu, insanların kendilerini ne kadar güvende hissettikleri, güvenlik birimlerinin sunduğu hizmetlerden ne kadar memnun oldukları ve güvenlik önlemlerinin ne kadar tatmin edici olduğu gibi etmenlere bağlı olarak, kentsel yaşam kalitesi açısından en önemli ölçütlerden biri olarak değerlendirilir. Ferraro (1995), suç korkusunu “kişinin, bir suça ya da suç ile ilişkilendirdiği sembollere karşı geliştirdiği duygusal bir korku veya endişe reaksiyonu” olarak tarif ediyor. Bu tarifi biraz daha genişletmek gerekirse, suç korkusunun önemli özelliği, fiili riske bağlı geliştirilebilecek matematiksel bir formülünün olmayışıdır. Kişisel deneyimler, hatıralar ile mekanla kurulan ilişkinin ortak bir ürünü veya mağduriyete karşı savunmasızlık ile ilgili kişisel algının bir ürünü olarak görülebilir.
Peki bütün bunların toplu taşımayla ilgisi ne?
Toplu taşıma sistemleri bu açıdan değerlendirildiğinde, gündelik kamusal alan etkileşiminin ve “kapana kısılmışlık” hissinin daha yüksek olduğu, minibüs ve dolmuş gibi paratransit taşıma sistemlerinde özel alan/kamusal alan arasındaki ayrımın muğlaklaştığı ve hareket halinde olan, geçici-kapalı mekanlardır. Savunmasızlık ve yaralanabilirlik hissinden oluşan “güvenlik açığı” algısı, toplu taşıma sistemlerinde suç korkusunu tetikler.
Day, Stump ve Carreon’un çalışmalarında altını çizdikleri önemli nokta, güvenlik algısının önemli belirleyicilerinden birinin, kişinin mekanı ya da mekandaki olayları ve kişileri kontrol edebilirliği olduğudur. Bu sebeple, tanıdık mekanlar ya da tanıdık insanların bulunduğu mekanlar güvenlik algısını yükseltirken, tam tersi durumlar ise suç mağduru olma korkusunu arttırır. Kapalı mekanlarda en yakın çıkışın ya da açık mekanlarda en kolay kaçış rotasının bilinir olması mekan kullanıcısının kendini güvende hissedebilmesi için önemlidir. Kendini güvende hissetmeyen kişi, hareketliliğini sınırlar; bu günün belirli saatlerine sınırlamak da olabilir, yaşadığı yerin belirli fiziksel sınırlarına kısıtlanmak olabilir, ya da hareket etmeme tercihi kullanması olabilir.
Tüm bunlar ise, hem fiziksel hem de ruhsal sağlık açısından oldukça sorunlu. Daha önemlisi, parası olanın bu durumda da avantajlı, parası olmayanın dezavantajlı olması, kabul edilemeyecek bir başka olgu daha. Hareket özgürlüktür, hareket sağlıktır, hareket herkesin hakkıdır.
Korkusuzca kentlerimizin sokaklarında yürüyebileceğimiz günlerin umudu ve daha kesin bulgularla çok uzun zaman geçmeden yeniden buluşabilmenin ümidiyle…