Aylin Yardımcı, aylinyrd@gmail.com
Birini beklerken vakit öldürmek için kitapçılarda boş boş gezinirken ilk olarak “inceleme” başlıklı raflara yöneliyorum. Bu raflarda onlarca, hatta yüzlerce yıldır ulusal/küresel kamuoyundan özenle saklanmış çeşitli hakikatlere açılan aydınlık bir geçit, KDV dahil aşağı yukarı 14,99 TL karşılığında aralanabilen bir sır perdesi oluyor. Güncel siyasete yön veren Tapınak Şövalyeleri’nin sıralı tam listesini, aramızda kamufle halde yaşayan uzaylıların kaç tanesinin Müslüman olduğunu veya Atatürk’ün hiç bilinmeyen sürpriz kimliğini bu rafların açtığı ayrıcalıklı portal sayesinde öğrenebiliyor, hakikate uzanan meşakkatli yolda gafil dostlarınıza tur bindirmenin haklı gururunu yaşayabiliyorsunuz. Bu rafların olmazsa olmazlarından, -biraz da abartarak parodisini yaptığım- komplo teorisi içerikli bu kitapları ben de hayli komik buluyor ve vakit geçsin, eğleneyim falan diye inceliyorum, evet; ama bu yazıyı da aslında bu kitapları yermek, onlarla dalga geçmek için yazmıyorum. Aksine, kulağa ne kadar akıldışı gelirlerse gelsinler, çoğu zaman korku ve güvensizlik hislerinin ürünü olarak hayatımıza katılan komplo teorilerine neden gülüp geçilmemesi gerektiğini özetlemeye çalışmak istiyorum.Komplo teorileri, kamuoyunca gerçekliği kabul gören bilgilere veya olaylara, bir sebeple “gizlendiği” öne sürülmüş ilave bilgiler ışığında getirilen ve yanlışlanması mümkün olmayan alternatif açıklamalar olarak tanımlanıyor. İnsanların neden komplo teorilerine inandığına dair 1970’lerden beri yapılmış birçok psikolojik ve sosyolojik araştırma var. Bu araştırmalar komplo teorilerinin alıcı bulmasını korku, çaresizlik ve sisteme karşı güvensizlik hisleri de dahil olmak üzere; eğitim seviyesi, sosyoekonomik statü ve dini inanç gibi sayısız değişkenle açıklıyor. Zaman içinde konuya olan akademik ilgi arttığı için dev bir literatür oluşmuş durumda.
Siyaset bilimci Michael Barkun’a göre komplo teorilerini “damgalanmış bilgi” (stigmatized knowledge) olarak kavramsallaştırmak mümkün. Yani, “gerçek” bilginin tasdiki için itibar ettiğimiz yapılar (üniversiteler, tıbbi/bilimsel otoriteler, devlet kurumları, anaakım medya vs.) tarafından kabul görmeyen bilgiler, komplo teorisi olarak sınıflandırılıyor. Buna göre, sisteme yönelik derin kuşkular taşıyan kimseler için bir bilginin genelgeçer otorite olarak kabul görmüş yapılarca reddedilmesi, damgalanmış bilginin dikkate alınması için yeterli zemini oluşturuyor.
Barkun, iletişim teknolojilerindeki büyük değişime ve internetin yaygınlaşmasına kadar, damgalanmış bilgilere itibar eden kişi ve grupların varlıklarını uçlarda sürdürdüğüne, inanç ve görüşlerini anaakıma entegre edemedikleri için seslerini yeterince çıkaramadıklarına dikkat çekiyor. Her tür bilgiye -herhangi bir filtre olmaksızın- erişimi kolaylaştıran ve hızlandıran internet sayesinde, damgalanmış bilginin de uçlardan merkeze kaymaya başladığını, “ucun anaakımlaştığını” anlatıyor.
Ancak Barkun, damgalanmış bilginin yayılmasının tek sebebinin internet olmadığının, insanların “gerçek” üzerinde tekel kuran otoritelere karşı gittikçe artan kuşku ve güvensizliğinin de önemli bir rolü olduğunun altını çiziyor. Buna göre damgalanmış bilgiye inanma eğilimindeki kişiler, gerçek bilgiyi tasdik etme iddiasındaki kurumların, gizli ve farklı çıkarlara hizmet ettiğine dair güçlü bir kuşku besliyor ve bu kurumların -birbirini destekleyen ve koruyan- büyük bir ağın parçası olduğunu düşünüyor.
Pew Araştırma Merkezi’nin 2012’de yaptığı bir anketin sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 17’si önceki başkan Barack Obama’nın aslında Müslüman olduğuna inanıyor. CNN’in 2010 yılında yaptığı bir ankete göre ise her dört Amerikalıdan biri, Obama’nın ABD’de değil Kenya’da doğduğuna inanıyordu. (Bu oran, Obama’nın 2011’de doğum belgesini yayınlamasının ardından yüzde 13’e düşmüştü.) Bu insanların bu kuşkulara yalnızca eğitimsizlikten ve sığlıktan kapıldığı sonucuna varıp meseleyi kestirip atmak bana büyük bir yanılgıymış gibi geliyor. Obama’nın dini inancı ve doğum yeriyle ilgili bu komplo teorilerine itibar eden insanların korkularını görmezden gelip onların cahil, hatta ırkçı oldukları algısıyla hareket ederek, duydukları bu kuşkuyu deli saçması olarak görmek ve yoksaymak elbette bir seçenek. Aslında ABD içindeki mevcut tartışmalara bakarsak, bunun daha popüler bir seçenek olduğunu söylemek de mümkün.
Bir diğer seçenek ise, bu “saçma” kuşkuların temelinde yatan derin korku, çaresizlik ve dışlanmışlık hissini anlamaya ve gözlemlemeye çalışmak. Karar alma süreçlerinin dışında bırakıldığını, geleceği üzerinde söz sahibi olmadığını hissetmeye başlayan, ekonomik refahı hakkında endişe duyan ve bu endişelerinin mevcut sistem tarafından ciddiye alınmadığını düşünen kimseler belki de -kime ve neye inanmaları gerektiğine kendileri karar vererek- ellerinde kalan tek kozu oynamaya çalışıyor. Üniversitelerin ve anaakım medyanın duyurduğu fikirlere ve araştırmalara kulak asmıyorlar, çünkü bu kurumların onay verdiklerinin “gerçek” olduğuna artık inanmıyorlar.
Komplo teorilerine olan inancı ve bu inançtaki yükselişi hakikat sonrası (post-truth) çağ ile ilişkilendiren çokça görüşe rastlamak da mümkün. Ancak insanların siyasi, finansal, kültürel ve bilimsel otoriteye duyduğu itibarda bu kadar belirgin bir erozyon yaşanırken, bu eğilimi hakikat sonrası çağın getirdiği manipülasyonların acı bir sonucu olarak açıklamak da kolaya kaçmak gibi geliyor. Sisteme karşı duyulan güvensizlik tüm dünyada her geçen gün biraz daha artarken, -örneğin Donald Trump’a oy vermiş ABD seçmenlerinin Rus istihbaratının oyununa gelmiş saf kurbanlar olduğunu düşünerek- bu kuşku ve güvensizliğin yolunu hazırlayan etmenleri gözardı etmek, problemin büyüklüğünü anlamak istemeyenler için kısa yol işlevi görüyor. İnsanların düzene karşı neden bu kadar kuşkulu olduğunu sorgulamayı ihmal etmemize, “aklını kaçırmış” gibi görünen kalabalık güruhların bu hale gelmesine neden olan süreçleri gözden kaçırmamıza sebep oluyor.
Bu süreçleri anlamaya çalışırken, ortada dolaşan -bazıları daha ziyade komedi unsuru gibi görünen- komplo teorileri bu güvensizliğin ne boyutlarda olduğuna ışık tutuyor. Bunlardan biri şüphesiz Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’ün aslında dünyaya yöneten, kertenkele ırkına mensup gizli bir küresel elitin parçası olduğu düşüncesi. Buna göre Zuckerberg ve diğer “kertenkeleler” (reptilianlar), şekil değiştirebilen ve insan formuna girebilen uzaylı bir ırktan geliyor ve asla bizim farkedebileceğimiz gibi şekil değiştirmiyorlar. Kulağa her ne kadar gülünç, saçma ve ciddiye alınmayacak gibi gelse de, Zuckerberg’e ve yapabileceklerine karşı duyulan güvensizliğin büyüklüğünü sırf bu düşüncenin varlığı üzerinden gözlemlemek mümkün.
Son zamanlarda birden fazla eski şirket yöneticisi, Facebook’un insan psikolojisindeki kırılganlıkları -bilinçli şekilde- sömürmek üzere tasarlandığına dair birbirini takip eden açıklamalarda bulundu. Kuruculardan Sean Parker, Facebook kullanımının toplum ve birey arasındaki ilişkiyi kökünden değiştirdiğini anlattı ve genç nesil için duyduğu kaygıyı da “Tanrı bilir çocuklarımızın beyinlerine neler yapıyor” diye ifade etti. Yine eski bir Facebook yöneticisi olan Chamath Palihapitiya da, sosyal ağlardaki beğeni odaklı etkileşimlerin “kısa vadeli ve dopamin endeksli bir geri besleme döngüsü” ortaya çıkararak, toplumun işleyişini temelden bozduğunu itiraf etti.
Hal böyleyken, psikolojimizdeki zayıflıkları hedef seçtiği ve bu zayıflıklardan faydalanarak bir teknoloji/haberleşme imparatorluğu kurduğu artık aşikar olan Zuckerberg hakkındaki “kertenkelelik” iddiaları, hızlı tüketilen komik internet içerikleri olmanın ötesinde, insanların aslında ne kadar büyük bir çaresizlik içinde olduğuna dair bir şeyler de anlatıyor.
Hollandalı örgütsel psikoloji araştırmacısı Jan-Willem Prooijen, komplo teorilerinin “karmaşık sorunlara basit çözüm arayanlar” için bir kısa yol olabileceğini söylüyor. Evet, öyle görünüyor ki insanlar gerçekten altından kalkamayacakları kadar karmaşık sorunlarla karşı karşıya olduklarını hissediyorlar – ve bu yüzden de çok korkuyorlar. Parçası oldukları sisteme karşı duydukları büyük kuşku da bu korkuyu körüklüyor.
Tüm bu gözlemler bana kitapçılarda boş boş gezindiğim anlarda gözüme çarpan komplo teorileriyle bezeli kitapları incelerken düşündüklerimi hatırlatıyor. İnsanlar “gerçek” olarak sunulan bilgilerin doğruluğuna dair o kadar büyük bir şüphe içinde ki, ve bu durumu o kadar korkutucu buluyorlar ki, bu aşırı kuşku hali, vakit geçirirken gülmek için elime aldığım kitaplara dönüşebiliyor. Bugün ABD’de bazı insanlar, Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın onlara yıllardır yalan söylediğini düşünerek, dünyanın yuvarlak değil düz olduğuna inanıyor. Evet, tüm bunlar kulağa tamamen akıldışı ve deli saçması gibi geliyor, ancak bu gülünç inanışlar dünya toplumunun içinde bulunduğu korku ve güvensizliğin artık sürdürülemez bir safhada olduğuna ve bu yüzden de onları yoksaymak yerine, bilgiye bu kadar kolay erişilen bir çağda nasıl alıcı bulabildiklerini sorgulamamız gerektiğine işaret ediyor.
1 Comment