Canan Gündüz, canangunduzz@gmail.com
16 yaşıma New York’ta girmiştim ve abimin bana doğum günü hediyesi “Patti Smith Complete” kitabıydı. Kitabın içinde şarkı sözleri, bazı bazı sözlerin açıklamaları, insanların, eşyaların, notların siyah beyaz fotoğrafları vardı. Patti Smith ismini sonraki yıllarda Roll dergisinde bol bol görecektim. Hep başucumda duracak, ara ara göz atılacak ama tam olarak da anlaşılamayacak o kitap ve o dönemlerde bende Radiohead’in, Jeff Buckley’nin, Smashing Pumpkins’in uyandırdığı heyecanı hissettirmeyen parçaları ile Patti Smith’i bir nebze daha anlayabilmem için bir 16 yıl daha geçecekmiş meğer…
Patti Smith’in yazdığı “Çoluk Çocuk” ve “M Treni” romanlarını okuduktan, yaşadıklarını, ilham aldığı ortamları, şairleri, mekanları öğrendikten sonra elinin değmiş olduğu her tür sanatsal uğraş daha bir anlamlı oldu benim için. Türk toplumunda yetişmiş bireyler olarak bize dayatılan normlarda Patti Smith’i anlayıp bir yere koymak gerçekten de zor. Düşünsenize, mütevazi bir aile tarafından dinine bağlı olarak yetiştirilen, eğitimini yarıda bırakıp hayata büyük yokluklar içinde atılan, yolunun kesiştiği kişilerin maddi manevi desteği ve girdiği ortamların verdiği ilham ile konserler öncesi “şiir performansı” ile kariyerine başlayan; resim, edebiyat, tiyatro ve müzik dahil sanatın pek çok dalına bulaşan ve Fransa Cumhuriyeti tarafından bir nişan ile ödüllendirilen maskülen görünümlü bir kadın sanatçıdan bahsediyoruz. Biz, millet olarak Türk kültüründen, değerlerinden ve meselelerinden yarattığı ve her şeye rağmen inadına yaşattığı müziğiyle yabancı rock festivallerinden takip eder olduğumuz Selda Bağcan’a bile sahip çıkamazken, Türkiye’den bir Patti Smith’in çıkamaması ya da onun anlaşılamaması çok da garip değil.
“Çoluk Çocuk”, Patti Smith’in kendisini ve kariyerini yokluktan inşa etmesine; emeğe, özgürlüğe, dostluğa, umuda ve en çok da sevginin farklı formlarına dair bir roman. New York’ta, bir yandan Andy Warhol “Fabrika”sında sinemaya girişir, bir yandan Chelsea Hotel’de sanatçılar ilham perilerini kovalar, beat kuşağı overdose olmadığı zamanlarda yaratıcılıkları ile Brooklyn sokaklarını arşınlar, Jimi Hendrix’ten yadigar “Electric Lady” stüdyosunda kayıt yapılır, Coltrane’in ve Morrison’ın ölümleri üzerine yazılan şiirlerle yas tutulurken, bu özel dönemin şahiti ve oyuncusu olarak Patti Smith de kendisine düşen sanatsal payı fazlasıyla almış. Tüm bu süreçte kendisine en çok destek olan Robert Mapplethorphe ile aralarındaki özel bağ ise bir süre yaşadıkları romantik ilişkinin ötesinde koşulsuz sevgiden beslenen bir dostluğa dayanıyor. Beraber büyüyor, kişiliklerini, yetenekli oldukları sanat alanlarını, cinsel eğilimlerini beraber keşfediyor; besin ve barınma gibi temel ihtiyaçlar için beraber mücadele ediyorlar ve birbirlerine olan desteklerini ömür boyu sürdürüyorlar. “Robert’la artık bir çift olmasak da fotoğraflarımız daha samimiydi; çünkü artık tek anlattıkları, aramızdaki güvendi” diyor Smith. Ayrı ayrı taşındıkları yeni evlerin mesafesini tanımlamak için “Ayrı yollara gittik, ancak birbirimize yürüyüş mesafesindeydik” derken ise, bence birbirlerinin yaşamlarındaki mesafelerini de tanımlıyor.
Post-beat romanı “M Treni”nde ise Patti Smith farklı bir üslupla sanki belli filtrelerden geçirip özenle seçerek, anlatmak istediği farklı yönlerini ve anılarını bizlere belli bir olgunluğa erişmiş bir orta yaşlı kadın gözünden aktarıyor. Eşi Fred Sonic Smith’i ve erkek kardeşi Tony’i kaybetmenin hüznü her yanını sarmasına rağmen, hayata ve sanata tutunmaktan hiçbir zaman vazgeçmiyor. Bir flanöz edasıyla farklı şehirleri ve ülkeleri gezip gözlemlerken ise favori Fransız sembolist şairlerinden aldığı referanslarla bol bol edebi göndermeler yapıyor. Sanki Billy Pilgrim misali zamandan kopuyor ve yorgun ruhunu küçük kafelerde bol kafein eşliğindeki gündüz düşlerinde ya da otel odalarında dedektif dizileri ve Murakami’den satırlarla dinlendiriyor. Meksika’da Frida Kahlo’nun Mavi Ev’inde göz yaşları içinde, İzlanda’da garip 27 kişilik bir derneğin 23 no’lu üyesi olarak, Sandy Kasırgası’ndan nasibini alan Rockaway Kumsalı’ndaki evinin yıkık verandasında, Berlin’de votka içilen bir kafe keşfinde, Tokyo’da Akira Kurosawa’nın mezar ziyaretinde ya da New York’taki uğrak mekanı Ino Café’de seyahate götürülecek eşya listesinin derdinde tüm şeffaflığıyla görebiliyoruz Patti Smith’i. Kitap sıkı bir kronolojik ya da örgüsel sıralama ile ilerlemediğinden, yer yer fikir uçuşmalarının bir derlemesi olduğundan ve çok fazla referans içerdiğinden bazen takip etmenin zor olduğu da bir gerçek. Kaybettiklerinin yerini kelimeler ile doldurma çabası olarak da tanımlanan romanında Patti Smith bu yorumları doğrularcasına Kayıplar Vadisi’nden soruyor: “Neden sevdiğimiz şeyleri kaybederiz de sevmedikleriniz tutunur kalır bize ve biz göçüp gittikten sonra onlar belirler değerimizi?”…
Müzikal hayatındaki çıkışı yaptığı “Horses” albümünün 40. yıldönümü nedeniyle yaptığı turne kapsamında İstanbul’a da uğrayan ‘Punk Kraliçesi’ Patti Smith’i canlı dinleyememiş ve sanatını geç sindirebilmiş olsam da; başucumdaki biyografik kitaplarıyla, ortak Murakami ve kahve sevgimiz ya da garip fikir uçuşmalarımız ile sanırım benim için sevgili Patti Smith hep yürüyüş mesafesi uzaklığında kalacak…