Aylin Yardımcı, aylinyrd@gmail.com
Vedat Milor’un “Güneyde bir ton para dökeceğime Avrupa’ya giderim” başlıklı yazısı, geçtiğimiz aylarda Yan Yol’da “Kazıklanmayı neden seviyoruz?” konulu bir bölüm hazırlamamıza vesile olmuştu. İlerleyen haftalarda da konu özellikle gazete köşelerinde sıkça tartışıldı, hatta Güney sahillerimiz yerine Yunan adalarını tercih edenlere vatan haini iması yapanlar dahi oldu. Tesadüf o ki, alevlenen bu tartışmadan bir ay kadar sonra kendimi Yunan adalarında bayram tatili geçirirken buldum. “Buldum” diye altını çiziyorum, çünkü Bodrum’da ailemle geçirmeyi planladığım bu tatili “neden olmasın ki?” diye düşünüp (belki tartışmaların da etkisiyle) ani bir kararla Yunanistan’da devam ettirdim. Bu rota değişikliği ile birden fazla konuda kâra geçtiğimi düşünüyorum. Birkaç başlık altında özetlemeye çalışacağım.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmadım: Bodrum’un çoğu beldesi küçük birer İstanbul. Herkes İstanbul’dan kalkmış gelmiş. Anladığım kadarıyla özellikle Bodrum’u tercih eden tatilcilerin çoğu, 12 ay boyunca zaten her gün görmeye alışık oldukları insan profillerinden sıkılmamış. 700 kilometre yol katedip yine aynı tanıdık bildik kişileri görmek için tüm sene sabredip beklemiş. Ben iki gece geçirdiğim küçük bir Yunan adasında gündelik yaşantımda yolumun muhtemelen kesişmeyeceği birçok insanla haşır neşir oldum. Sokaklarda yürürken yanımdan geçen kişilerin farklı alışkanlıkları, inanışları ve davranışları olduğunun, farklı şeylere sevinip üzüldüklerinin her an farkındaydım. İnsanın aklını tazelemek için daha iyi bir yol bilmiyorum ben. Eğer tatilin zihnimizi temizlemek gibi bir işlevi olması gerekiyorsa da bundan daha uygun hiçbir yöntem aklıma gelmiyor. Aksi takdirde, ha haftasonu bir şeyler yemek için semtinizde dışarı çıkmışsınız, ha yüzlerce kilometre yol gidip Bodrum’a gelmişsiniz.
Homojen tatilci kitlesinin yanısıra kalabalık ve iç içelik de başlı başına bir problem gibi görünüyor. Ücretinden bağımsız olarak hangi plaja giderseniz gidin iki şezlongun arasındaki mesafe otuz bilemediniz kırk santimetre. Cetvelle ölçmedim elbet fakat kişisel alanına önem veren biri için rahatsız edici bir mesafe olduğu kesin. Bu mesafeden yanınızda güneşlenen kişinin bacaklarını dün mü yoksa bugün mü traş ettiğini bile anlamanız mümkün. Sahi bunun için mi çıkıyor insanlar tatile? Adının ne olduğunu dahi önemsemediği bir yabancının vücuduyla ilgili her tür detayı istemeksizin öğrenmek için mi?
Ağzımın tadını bozmadım: İnsanın kaliteli mal ile kalitesiz malı ayırt edebilmesi için ne havalı bir şarap tadım kursuna gitmesi ne de sertifikalı gurme olması şart – dil ve damak yetiyor. Diliniz ve damağınız varsa kötü yemeği de anlarsınız, kötü içkiyi de. Tat alma duyusuna tam da bu yüzden sahibiz. Genellemelerin tehlikelerinden kaçmak için genelleme yapmak yerine olasılıklardan bahsedelim. Bodrum’da yiyip içtiklerinizin fiyatının yüksek, kalitesinin de düşük olma ihtimali bir Yunan adasındakinden daha fazla. Bu fiyat kalite orantısızlığındaki makasın ağzı benim görebildiğim kadarıyla Bodrum’da açıldıkta açılıyor, hatta sınır tanımıyor. Yunanistan’da ise fiyat kalite performansı açısından büyük sürprizler ve hayalkırıklıklarıyla karşılaşmanız daha az olası.
Aslında bu orantısızlık ile ilgili tek problem müşteri memnuniyeti de değil. İşin daha vahimi, Bodrum’daki birçok turistik işletme çalışanlarına mümkün olan en düşük ücreti ödemek isterken, müşterilerinden de maksimum fiyat talep ediyor. Çalışanların ne tür şartlarda çalıştığı, nasıl şartlarda konakladıkları, çalışma saatleri de çoğu zaman meçhul.
Beynim uğuldamadı: İnsanları hoşlandıkları müzik türüne göre sınıflandıracak değilim fakat 10 günlük bayram tatilinin tamamını hoparlörlerden tek tip bir dans müziğiyle geçirmek istediğimi zannetmiyorum. Bence çoğu kişi istemiyor ama bunu kendine itiraf edemiyor, çünkü tatil kavramı zihinlerde kesintisiz ve sınırsız eğlence beklentisiyle eş tutuluyor. Eğer robot değilseniz belli aralıklarda dinlenmeye sizin de ihtiyacınız var. Yani 10 günlük tatilin tamamını bu şekilde geçirmek her şeyden önce bedensel bütünlüğümüz için zararlı olsa gerek.
Doğaya saygıda kusurum olmadı: Bitiremediğim yemeği paket yaptırdım ve bu çevredekiler tarafından ayıp veya tuhaf karşılanmadı. Para kazanmanın birçok yolu var fakat ağaç dallarından banknot toplamak bunlardan biri değil. Para ödeyerek satın aldığım yemek de tüketmediğim takdirde ağaç dallarına geri dönmüyor: çok büyük ihtimalle çöpe gidiyor ve israf oluyor. Aslında parayı ağaç dallarından toplayan kişilerin de benimle aynı şeyi düşündüğünü biliyorum. Neredeyse 70 milyar dolarlık servetiyle dünyadaki sayılı milyarderlerden biri olan Warren Buffett, insanlara gerçekten ihtiyaç duymadıkları şeyleri asla satın almamalarını öğütlüyor.
“Ne kadar hesapsızca para harcarsam çevremdeki insanlar benim o kadar güçlü olduğumu düşünür, sözüm dinlenir, saygı görürüm” düşüncesi ne yazık ki yaşadığımız toplumdaki en belirleyici özelliklerden biri. Bununla ilgili en büyük sorun ise israfı kolaylaştırıcı ve teşvik edici bir eğilim olması.
Kısacası, benim gördüğüm şu: odada kocaman bir fil var kimse bu fil burada ne yapıyor diye merak etmiyor. Filin adı görgüsüzlük. Merak etmeyi geçin, fil var diye bağırmak ve çevreyi uyarmak gerekiyor aslında ama bunu bağıranların görünürlüğü ne yazık ki olması gerekenden az. Hoşunuza gitse, de gitmese de, görgüsüzlüğü fark ettiğiniz yerde tespit etmeniz ve adını koymanız üsttencilik değildir. Hele ayıp hiç değildir. Görgü, toplumdaki bireylerin hayatını kolaylaştırdığı için uyulması gereken basit davranış kodlarından oluşur. Görgünün olmadığı yerlerde hayat herkes için daha zor olmaya devam eder.
1 Comment