Melis Oğuz, meloguz@gmail.com

Bu sıralar babam kendine yeni bir meşgale edindi: Yan Yol’da neler konuşabileceğimize dair bize önerilerde bulunmak. Kah bir kitap tutuşturuyor elime, kah gecenin bir yarısı “ödevimi yaptım” diyerek bir mesaj atıyor bir haber ya da bir makale eşliğinde. En son önerilerinden birisi, Rolf Dobelli’nin NTV Yayınlarından çıkan Hatasız Düşünme Sanatı II oldu. Rolf Dobelli’nin “yapmamamız gereken 52 düşünce hatası”nı kaleme aldığı ilk kitaptan sonra, ikinci bir ciltle bu 52 düşünce hatasına yapmamamız gereken 52 düşünce hatası daha eklemiş. Okuması çok keyifli; şiddetle tavsiye ederim. Hayal gücünüz de zenginse, kendinizi analiz etmeyi de seviyorsanız, kitap ve kitaptaki her bir düşünce hatası daha da keyif veriyor okurken. Neden ikinci ciltten başladığımı merak ediyorsanız, hemen cevaplayayım. Birinci cilt neredeyse hiçbir kitapçıda kalmamıştı; ben de ikinci el bir kitapçıdan buldum ve aldım; şu aralar birinci ciltteki düşünce hatalarını keşfetmenin hazzındayım, fakat, sanırım hangi ciltten okumaya başladığınızın da pek önemi yok; zira kitaptaki her bir bölüm bir düşünce hatasına ayrılmış ve birbirlerinden bağımsız olarak ele alınmış, her ne kadar kimi zaman bölümler arası atıflarda bulunuluyor olsa da, anlaşılırlığı kesinlikle azalmıyor.
Dobelli, bu düşünme hatalarından bahsederken verdiği örneklerin genellikle bağlandığı yer, borsa ve finansal yatırım kararları verirken bu hatalardan kaçınmak için ne yapmamız gerektiği, bazen de okuyucuda sıklıkla herkesin yaptığı bu düşünce hataları ile ilgili farkındalık yaratmak.
Para ve maddiyat ile oldum olası çok iyi geçinememişimdir, hesap tutmayı bilmenin ötesinde paramdan para üretmek gibi bir derdim olmadı (olmasına gerek olmadı belki, bunu da kabul ederim). Birinci derece sosyal çemberimde parasal hesaplar kitaplar yapamam; Alman ekolünün bende işlevsiz kalan alanlarından birisi bu olabilir. Belki bu sebeplerden, belki başka sebeplerden, ben Dobelli’nin bahsettiği düşünce hatalarını okur ve iğneyi kendime batırırken, sosyal ilişkilerimden çıkarttım kendi örneklerimi. Finansal yatırım kararlarımda değil belki ama, sosyal yatırımlarımda hatasız düşünebilmek üzerine yordum kafamı ve kalbimi.
Önyargılarımız kime hizmet ediyor?
Hatasız Düşünme Sanatı’nın, “Kendine Hizmet Eden Önyargı” bölümünde, Dobelli’nin verdiği örneği paylaşayım sizinle: “Bir kişilik testini tamamlayanlara tamamen rastgele seçimle iyi ve kötü notlar verilmiş. İyi not alanlar, testi inandırıcı ve genel olarak geçerli bulmuş. Tesadüfen kötü notlar alanlar ise testi hiç de önemli bulmamış.”
Tanıdık geldi mi? Gelmediyse ben de başka örneklerle deneyeyim şansımı. Burçlara inanır mısınız? İnananları şöyle alalım. Burcunuzun özelliklerini hemen aklınızdan bir geçirsenize. Ne kadar da olumlular, değil mi? İkizler burcuysanız, duygusalsınız ve duygusallık bu devirde herkesin sahip olamadığı çok önemli ve insani bir değer. Benim gibi boğa mısınız yoksa? O zaman, boğaların ne kadar güçlü olduklarını da bilirsiniz. Yere sert basarız, keskin kararlar alır, oldurana kadar da peşinden koşarız. Peki, başaklar, ne kadar temiz, tertipli ve düzenlisiniz, değil mi? Peki ya sizin dahil olmadığınız burç grupları ise bu söz ettiklerim? O zaman, ikizler için muhtemelen dengesiz, ruhsal gelgitleri olan, boğa için inatçı ve çekilmez, başak için de sinir bozucu demez miydiniz?
Peki, hadi demezdiniz diyelim, ya da burçlara inanmıyorsunuz. Bu verdiğim örnekle sizi hala ikna etme yolunda ilerleyemediysem, o halde soruyu bir başka şekilde tekrar sorayım: Üniversitede size “takan” bir hoca var mıydı? Ne kadar çalışırsanız çalışın, size “hak ettiğiniz” notu vermedi, değil mi? Acaba siz hak ettiğinizi düşündüğünüz notu alamadığınız için, hocanın size “taktığını” düşünmüş olmayın? Hem sahi, hoca niye onca öğrenci arasından bir size “taksın”? O kadar özel misiniz?
Not alan taraftan not veren tarafa geçtiğimden beri, bu klişeleşmiş senaryoyu çok duyuyorum. Dersler bitip de notlar açıklandıktan hemen sonra, odama giren çıkanın haddi hesabı olmaz, sinirli ya da üzgün yüzlü öğrenciler görmek benim için olağan bir hal alır, mail kutumda muhakkak “verdiğim notu” “hak etmeyen” bir öğrencimden serzenişler içeren bir mail olur. Beni de kategorize ederler genelde bu serzenişlerde. Bazen kız öğrencileri kayıran Melis olurum, bazen erkek öğrencileri, bazen kimin hazırladığı projeye ne kadar zaman harcadığını takdir edemeyen Melis olurum, bazen adaletsiz olurum, bazen dersteki anlatılarım sırasında sorular sorduğu ve itirazlar ettiği için kin tutan Melis olurum, olurum da olurum…
İyi notları öğrencilerim almıştır, kötü notları ben vermişimdir. Oysa hepsini ben verdim, hepsini onlar aldı. Ama yine de kendine hizmet eden önyargılı düşünce şeklinin bir işlevselliği olmalı. Herhangi bir olumsuzlukla mücadele ederken insanın kendini korumak için geliştirdiği bir mekanizma muhtemelen. Suç ortağı aramak gibi. Öğretmeninize 1 Nisan şakası yapacaksanız örneğin, tek başınıza girişmezsiniz böyle bir işe. Keza, ceza alma ihtimalinizin de olduğu bir eşek şakası planlıyorsanız, büyük ihtimalle suçunuzu paylaşacak birilerini ararsınız. Daha da ötesi, eğer yaptığınız şaka sonucu ceza alırsanız, “hocadır, şakadan anlamayan,” ama herkes güler geçerse, “sizin sivri zekanızdır, bu şakayı planlayan.”
Hangi ayrılığınızda “suç benimdi” dediniz, diyebildiniz? Size küsen arkadaşınıza “bunca senelik hukukunuza rağmen incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten” size küsmeye hakkı olmadığını söyleyerek siz de küsmediniz mi hiç?
Suçlu olmayı kaldırmak ve kabullenebilmek zordur. O yüzden, olumsuzluklarla mücadele etmeye karşı kurguladığımız bir perdedir kendimize hizmet eden önyargılarımız çoğu zaman. Oysa adı “suç” olsun, “hata” olsun ya da “sebep” olsun, herhangi bir olayda etkenlerden biriyseniz, bunu kabul edebilmek, bir sonraki benzer olayda farklı sonuçları alabilmek için en sağlıklı yol değil midir?
Birisine çelme takmak mı, tökezlemesine engel olmamak mı daha kötü?
Sanırım bir çoğun(m)uz, “çelme takmak tabii ki” demiştir. Bu iki durumun birbirinden farkı nedir? Çelme takarak birisinin düşmesine “sebep olursunuz,” ama tökezlemesine engel olmayarak da birisinin düşmesine “sebep olursunuz.” Yani eyleminiz (ya da eylemsizliğiniz) hangisi olursa olsun, sonuçlar aynı ise, seçiminiz sizi gerçekten daha az günahkar kılar mı?
Ben de emin değilim bu sorunun cevabından, ama buna “ihmal yanılgısı” diyor Dobelli. Bu düşünce hatasının meşruiyetini de şu şekilde betimlemiş: “Bilinçli olarak ihmal etmeyi, fiili kötü bir hareketten daha az fena algılıyoruz.”
Kendimize dönelim mi yine? Birisine bilerek ve isteyerek zarar verdiniz mi? Bir ilişkinize, ailenize, kendinize? Peki, bilerek “ihmal” ettiniz mi? Eyleme geçmeyerek, eylemsizliğinizle sabote ettiniz mi bir şeyleri? Yaşanacak herhangi bir sorunun önüne geçebilecekken, sadece izlediğiniz oldu mu? Hatta bu sorun yaşanırken rahatlama hissettiniz mi? Zaten olmasını istediğiniz şey, siz eyleme geçmeden oldu, ellerinizi kirletmediniz ne de olsa ve dolayısıyla olumsuz sonuçlardan siz sorumlu değilsiniz. Değil misiniz gerçekten?
Çözüm üretebilecekken, yani birisinin takılacağını bile bile halının kıvrılan kenarını düzeltmemeyi tercih etmek, yani “oluruna bırakmak,” yani “niye ben düzeltiyorum ki canım, ben nasıl gördüm ve dikkatli yürüdüysem, o da görsün ve kendi önlemini alsın” demek bir nevi “e kendi önlemini alamayacak kadar alıksa, bunda benim suçum ne?” demekten farklı mıdır gerçekten; aslında sonuçta birisinin tökezleyeceğine neredeyse emin olduğunuzu, ama bilerek harekete geçmediğinizi göstermez mi?
Tekrar soruyorum; eylemsizlik, gerçekten eylemsizlik midir?
%99 yağsız et mi daha sağlıklıdır, %1 yağlı et mi?
Hayır, şaka yapmıyorum. Gerçekten soruyorum. Shepherd’ın “The Effects of Information on Sensory Ratings and Preferences: The Importance of Attitudes” isimli makalesine referans vererek bu sorunun yanıtını paylaşan Dobelli’nin satırlarını aynen aktarıyorum: “Araştırmacılar iki tür et sundu; biri %99 yağsız, biri de %1 yağlı. Katılımcılar ilk et parçasını daha sağlıklı olarak değerlendirdi, oysa ikisi de tıpatıp aynıydı. %98 yağsız ile %1 yağlı seçeneklerinde bile katılımcıların çoğunluğu ilk seçeneği tercih etti – ki bu diğerinin iki katı fazla yağ içeriyordu.” Siz de %99 yağsız et demiş miydiniz yoksa?
Dediyseniz de, merak etmeyin, bu da yine çoğumuzun yaptığı düşünce hatalarından bir diğeri. “Çerçeveleme” deniyor bu hataya psikoloji biliminde: Aynı şeyin, farklı şekillerde sunulduğunda tamamen farklı algılanması durumu. Algımız farklılaştığı için, tepkilerimiz de farklılaşıyor elbette. Bir cümle ile aynı şeyi söylemek isteyebilirsiniz, ancak bir söyleyiş biçimi sizi kavgaya sürüklerken, bir başka söyleyiş biçimi ardından gelen keyifli bir akşamüstünün habercisi olabilir.
Sanırım bu düşünce hatası, kendi yaşanmışlıklarımızla kolaylıkla ilişkilendirebileceğimiz örnekleri aklınıza getirmiştir bile. Siz de yapar mısınız bilmiyorum, ama ben akşamları yattıktan sonra, günün bir özeti geçer kafamdan ve gözlerimin önünden. Bazen özetler uzun sürer, uykuya dalmakta zorlanırım, ama özetleri seyrederken, “şunu böyle değil de böyle yapsaydım,” “neden bunu söylemedim ki sanki?” diye kendimi eleştiririm gün sonunda. Sanırım bunu yapıyor olmamdaki sebep de, aslında aynı şeyi başka bir yolla yapsaydım, sonuçlarının da değişeceğini biliyor olmam. Bu düşünce hatasının, benim gibi milyarlarca insan tarafından yapıldığını “çerçeveleme”yi okumadan da biliyordum galiba, ya da hissediyordum. Ama yine de, bunca zamandır, uyku öncesi özetlerimdeki “keşke”ler bitip tükenmediğine göre, aynı hataları ya da -biraz daha yumuşak davranayım kendime- benzer hataları yapıp durmaktan kendimi alıkoyamıyorum demek ki.
O halde yapabileceğim, yapabileceğiniz, tek şey var: Kendinize “çerçeveliyor muyum?” demek. İşvereninizle olan ilişkinizde de, anneniz ya da sevgilinizle olan ilişkinizde de, karşınızdakinin çerçevesine girebilmek gerekiyor sanırım bazen. Empati dedikleri bu olsa gerek. Önemsiyorsanız, neden çerçevenizi biraz esnetmeyesiniz ki?
Aynı şeyi başka türlü söylediniz diye bir şey kaybetmezsiniz, hatta belki, hiçbir şey kaybetmezsiniz.