Irmak Akman, irmak@de-da-dergi.com
Adalet Yürüyüşü’ne, kortejin Gebze’den Tuzla’ya yürüdüğü 23. Gününde (7 Temmuz) katıldım. Sabah çok erken otobüsler kalkıyordu, ama ben o saatte oğlumu bırakacak kimse bulamayacağım için normal saatimde uyandım. Hiçbir arkadaşım Adalet Yürüyüşü’ne gitmiyordu. Benim de gidebileceğim son gün o Cuma’ydı, çünkü haftasonu gitsem yine çocuğu bırakma ve ailemin çeşitli üyelerine hesap verme gibi bir zorunluluğum olacaktı. (Ki mitinge giderken bu zorunluluk başıma dert oldu.) Oysa işe gittiğim varsayılan Cuma günü bana aitti.
Perşembe akşamı aklıma ilginç bir fikir gelmişti: Ev işlerinde yardımcımız olarak çalışan Sevcan, benimle Adalet Yürüyüşü’ne gelmek isteyebilirdi. Böylece Cuma sabahı (son dakikaya kalmış olmamın ve başka bir fırsatım olmayacağını bilmenin verdiği gazla) bütün şirinliğimi takınıp Sevcan’a yaklaştım ve Adalet Yürüyüşü’ne katılmak istediğimi ama toplu taşımayla Gebze’ye nasıl gidebileceğimi bilmediğimi söyledim. O da şakayla karışık “ben de geleceğim!” deyip seçeneklerimi tarif etmeye başladı. Ben isterse gelebileceğini söyleyince Gebze’de oturan eniştesini aradı, o da bizi Kartal’da karşılayıp yürüyüşün yapıldığı yere kadar bırakabileceğini söyledi.
Böylece biz yanımıza yolluk olarak birer tost ve iki şişe su alıp yola koyulduk. Önce Zincirlikuyu’ya otobüs, oradan metrobüsle Söğütlüçeşme ve Söğütlüçeşme’den Kadıköy metro istasyonuna kadar uzun bir yürüyüş sonrası metroyla Kartal… (Metrobüsten metroya geçiş yapmak için en uygun durak Uzunçayır’mış bu arada.) Kartal’da metrodan çıkınca (niyeyse) meydan gibi bir yerle karşılaşmayı ummuştum ama karşımızda E5 vardı. Sevcan eniştesini aradı ve yol kapalı olduğu için Gebze’den gelemediğini öğrendi. Böylece istasyona geri indik, E5 İzmit Yönü-Minibüsler yazan çıkıştan çıktık ve ben ne olduğunu anlayamadan Sevcan bir Kartal-Gebze minibüsünün peşinden koşmaya başladı. Minibüs de bize karşı boş değildi, yavaşlamıştı ama aramızda yolun kenarındaki korkuluk vardı. Böylece biz korkuluğun kesintiye uğradığı ilk boşluktan minibüse binmeyi başardık. En arkada boş bulduğumuz iki koltuğa oturduk. Minibüsün parasını vermemiz gerekiyordu ama nereye kadar gideceğimizi bilmiyorduk. Gebze’ye kadar dedik, iki kişi (yanlış hatırlamıyorsam) 5 lira 60 kuruş.
Ben önce T24’teki yürüyüş blog’undan kortejin mola yerinde olduğunu öğrendim, ama mola yerinin neresi olduğu yazmıyordu. Medyascope’tan Fırat’ın sabah yürüyüşten fotoğraflar paylaştığını görmüştüm. Facebook’tan mesaj atıp mola yerinin neresi olduğunu sordum. Tuzla Şifa Mahallesi Otoparkı’ymış. Bu sırada Sevcan (yine ben nasıl başladığını anlayamadan) bizim hemen önümüzdeki çarşaflı bir kadınla tartışmaya başlamıştı. Susmasını işaret ettim. Acaba gitmemiz gereken Şifa Mahallesi Otoparkı neredeydi? “Ağabey de gidiyormuş,” dedi Sevcan yanında oturan adamı işaret ederek, “bize gösterecek.” Adam sessizce gülümsedi.
Bu sırada şoförümüz Adalet Yürüyüşü ve yolların durumuyla ilgili yaptığı telefon görüşmesini sonlandırıp Kılıçdaroğlu’na küfretmeye başladı. Kendisine oy verenler de yolların bu durumunu görünce oy vermeyi bırakacaklardı. Çarşaflı kadın ve önümüzdeki genç bir adam gülmeye başladılar. Şoför minibüsü yavaşlatıp yolun kenarındaki bir adama Gebze’ye nasıl gideceğini sordu. Adam devam etmesini söyledi. Sevcan kulağıma: “Yolda bir şey yok, yol akıyor,” deyip dikiz aynasının altında duran Osmanlı Ocakları armasını gösterdi. Çarşaflı kadın ve yanındakiler şoföre kolaylıklar dinleyerek minibüsten indiler. Bu sırada bir başka adam minibüse bindi ve en arkaya, yanımıza oturdu. Yürüyüşe giden diğer adamla sanki daha önceden tanışıyormuş gibi sohbet etmeye başladı. Onları dinlediğimi gören birinci adam beş dakikalık yolumuz kaldığını söyledi.
Yolun karşı tarafı kapatılmıştı, etrafta polis araçları ve polisler görünmeye başladı. Yanımızdaki adamın yönlendirmesiyle bir üst geçitin altında indik. Üst geçide çıktığımızda mola yerindeki kalabalığı görüp sevindik: Sonunda hedefimize ulaşmıştık! İnsanlar bir tentenin altında hazırlanmış uzun masalara oturmuşlar, bir şeyler yiyip içiyorlardı. Sevcan masanın üstünde duran, üzerinde adalet yazan bir pankartı ödünç alıp bana verdi, fotoğrafımı çekti. Sonra etrafta dolaşmaya başladık, önce alanın yola bağlandığı yerdeki bariyerlerin orada Fırat’la karşılaştık, yardımı için teşekkür ettik. Sonra bir yere oturup tostlarımızı yedik, güneş kremi sürdük, yanımızda oturan bir ailenin yürüyüşe katılan küçük çocuklarını sevdik. Birer dilim karpuz alıp yedik. O sırada İrfan Değirmenci’yi gördük, Sevcan’la ikisinin resmini çektim.
Yavaş yavaş yürümeye başlayan kalabalığın arasına girdik. Bariyerlerin orada polisler çantalarımıza baktı. Sonra yer yer “Hak, hukuk, adalet!” diye slogan atarak yürümeye başladık. Yolun aşağıya inip tekrar yukarı çıktığı bir yer vardı, önümüz ve arkamız alabildiğine insan seliydi. Fotoğraflar ve videolar çektik. Yolun İstanbul yönü tamamen kapatılmış olduğu için, daha önceki günlerdeki gibi polis kordonu içinde yürümüyorduk, ama kortejle birlikte yürüyen çok sayıda polis ve asker vardı. Gerçekten her sosyo ekonomik gruptan insan gördük; klişe olacak ama yırtık pırtık ayakkabılarıyla bir amca da vardı, basma etekleriyle, başörtüleriyle yürüyen teyzeler de vardı, “fit” kıyafetleriyle yürüyen genç kadınlar da… Genelde yolun öbür tarafında seyreden araçlar korna çalarak, el sallayarak destek oluyorlardı. Sevcan bir şoförün küfrettiğini duymuş, ben küfür duymadım ama eliyle Bozkurt selamı veren birçok şoför gördüm. Yürürken bana en güzel gelen anlardan biri, yolun karşı tarafında bir fabrikada çalışan beyaz yakalıların yola inip el sallamaları, alkışlamaları oldu.
Bir buçuk saat kadar yürüdükten sonra saat 4 gibi Tuzla Stadyumu’nun yakınındaki mola yerine geldiğimiz anons edildi. Mola yerine girerken de yine çanta araması vardı, ama benim çantam boş göründüğü için polis açmama gerek olmadığını söyledi. Davullar eşliğinde halaylar çekildi (halayları izlerken Ankara Garı saldırısını hatırladım), küçük bir adalet bandosu kalabalığın arasından geçti, sonra Ciao Bella, İzmir Marşı gibi şarkılar çalınmaya başlandı. Kurulan sahnede görevliler ve milletvekilleri şarkılara eşlik ederek kalabalığı coşturmaya çalışıyorlardı. Biz uzun masalardan birine, sahneyi görebileceğimiz bir yere oturduk. Bu sırada bir kadınla göz göze geldim, arkadaşıyla beraber yanımıza gelip Norveç Radyosu’na röportaj vermek isteyip istemediğimizi sordular. Kabul ettik. Neden bu yürüyüşe geldiğimizi sordular. Ben yok yere hapse atılan gazeteciler, siyasetçiler ve KHK’larla işten çıkarılan akademisyenler için geldiğimi söyledim. Yürüyüşün neyi değiştireceğini sordular. Yürüyüşün Kılıçdaroğlu’nun muhalif kesim gözündeki saygınlığını artırdığını, CHP’yi bütünleştirdiğini, adaletsizlikler karşısında büyük rahatsızlık duyan ama bir şey yapamayan benim gibi insanlara da rahatsızlıklarını ifade etme şansı verdiğini söyledim. Sonra Sevcan’la konuştular. Bu sırada karton bardaklar içinde sıcak çaylar geldi önümüze, onları içtik. Yürüyüş sırasında ve mola yerinde başka yabancı gazeteciler de gördük.
Ben biraz daha yürüyeceğimizi düşünüyordum ama meğer o günün konaklama yerine gelmişiz. Saat 5’i geçmişti, artık geri dönmeye karar verdik. Mola yerinin girişinin yakınında CHP’li belediyelerin kaldırdığı otobüsler vardı. 20’şer liraya üzerinde adalet yazan iki T-shirt aldık, Sarıyer Belediyesi’nin otobüsüne bindik. Levent’e kadar bir saatten uzun süren yolculuğun bir yerinde otobüsteki amcalardan biri şiirler okudu. Biz otobüsten inerken “Kılıçdaroğlu 450 km geldi, biz Maltepe’ye gitmeyecek miyiz?” diye mitinge de katılacağımıza dair söz aldılar.
***
Mitinge gitmek için saat 3’e doğru arkadaşlarım Nihan ve Hasan’la Beşiktaş’ta buluştuk. İlker yoğun ısrarlarım sonucu oğlumuza bakmayı kabul etmişti. Etrafta üzerinde adalet T-shirt’lü insanlar görünce yürüyüş sırasında aldığım T-shirt’ü giymeyi unuttuğumu fark ettim. Motor iskelesine doğru yürürken miting için ta Adana’dan gelmiş iki adamla tanıştık. CHP Adana teşkilatının 39 otobüs kaldırdığını söylediler. Saat üç buçukta ilk tekne kalktı, ama bir sonrakinin saat 4’te kalkacağını söylendi. O kadar beklemek istemediğimiz için Kadıköy’e motorla geçip, oradan metroyla Maltepe’ye gitmeye karar verdik. Püfür püfür bir motor yolculuğundan sonra metroya bindik. Metroda mitinge gidenlerin oluşturduğu kalabalıkta Maltepe durağında mı, yoksa Huzurevi durağında mı inilmesi gerektiğine dair bir fikir ayrılığı yaşandı. Maltepe’nin yerlisi bir genç kadın, Maltepe istasyonunda indikten sonra miting alanına nasıl ulaşabileceğimizi tarif etti. Trenden indiğimiz andan itibaren zaman zaman sloganlar atan kalabalığın içinde yürümek iyi geldi. Bir gün önce mitinge gitmeyeceğime dair söz verdiğim babam arayınca, iki arkadaşımla Ortaköy’de olduğumu söyledim. Görkemli bir caminin yanından geçip Maltepe’nin sahile inen sokaklarına girdik. Yaşlı bir amca yolun kenarında durmuş, gülümseyerek geçen kalabalığa bakıyordu. Hasan, “sırf şu amcanın gülümsemesi için gelinir bu mitinge,” dedi.
Miting alanının dışında uzun süre çok yavaş ilerleyerek bekledik. Miting alanına girişte arama olacağını tahmin ediyorduk, ama alanın dışındaki bu izdiham ve bekleyiş biraz tedirgin etti açıkçası. Kalabalıkta birbirimizi kaybetmemeye çalıştık. Önümüzdekilerin gölge yapması için açtıkları büyük Türk bayrağının gölgesinden faydalandık. Bolca su içip kuruyemiş yedik, yanımızda yürüyen bir adam da rica edince ona da ikram ettik. Etrafta çimlerde oturup bir şeyler yiyip içen insanlar vardı. Bir ara miting alanının tamamen dolduğunu, alana giremeyeceğimizi sandık ama sonunda arama noktasından geçip miting alanına girebildik. Öyle bir kalabalık vardı, insanlar öyle iç içeydi ki, alanın bütünüyle ve bizim alanın neresinde olduğumuzla ilgili hiçbir fikrimiz yoktu. Sahneyi göremiyorduk, ama ayak parmaklarımız üzerinde yükselirsek bir ekrandan sahne üzerindekileri izleyebiliyorduk. Alana girebilmiş olmanın verdiği başarı duygusuyla yavaş yavaş ilerledik. Zülfü Livaneli “Ey Özgürlük!” şarkısını söylüyordu. Saat 6’ya geliyordu, ama sunucu Kılıçdaroğlu’nun alana bir saat sonra giriş yapacağını duyurdu. Neyse ki bu duyuru yanlış çıktı, saat 6’yı biraz geçe Kılıçdaroğlu sahneye çıkıp konuşmasına başladı.
Hayatımda ilk defa “izdiham”ın ne demek olduğunu anladım. Daha önce kalabalık konserlere gitmiştim, ama hareketlerimin bu kadar kısıtlandığını hissetmemiştim hiç. Oradan ayrılmak istesem kolayca ayrılmamın imkanı yoktu, insanların kendilerini korkutacak bir olay olması durumunda birbirlerini ezmeleri olasıydı. Ama bu düşünceler bende bir panik duygusu yaratmadı, sabırla Kılıçdaroğlu’nu dinlemeye devam ettim. Konuşmanın başlamasından kısa süre sonra ön taraftakilerden arkaya doğru bir insan akışı başladı. İnsanların hareketi bulunduğumuz yerdeki sıkışıklığı artırdı ve arkaya doğru giden insanlara neden konuşmanın bitmesini beklemediklerini soranlar oldu. Bazıları ön tarafta nefes alamadıklarını, bazıları tuvalete gitmeleri gerektiğini söylediler. Yaşlı bir amcanın yüzünün rengi solmuş, yanındakilere tutunarak yürüyordu, insanlar birbirine seslenerek amcaya doğru ambulans çağırdılar. Önümden akan insanları izledim: En çok mitinge gelen yaşlılar ve çocuklar şaşırttı beni. Babasının omzunda uyuyan minicik bir bebek vardı mesela!
Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının büyük çoğunluğunda bir fevkaladelik yoktu. Tutuklu gazeteciler ve siyasetçiler için (isim vermeden) özgürlük istedi. FETÖ’yle bağlantılı siyasetçilerin cezalandırılmasını, OHAL’in kaldırılmasını, OHAL mağdurlarına haklarının iade edilmesini istedi. Ama konuşmanın sonundaki 10 maddelik talepler listesi ve en sondaki “Her Firavunun bir Musa’sı vardır. Her Nemrut’un bir İbrahim’i vardır. Firavunu ve Nemrut’u biliyorsunuz. Musa buradadır, İbrahim de buradadır. Çünkü biz adalet istiyoruz. Adaletsizliğe, haksızlığa, zulme isyan edeceğiz, karşı çıkacağız. Çünkü inancımızda diyor ki, ‘zulmün karşısında susan dilsiz şeytandır.’ Şeytan olmayacak, bu ülkede herkes ama herkes zulme karşı çıkacak,” bölümü iyi düşünülmüştü. Bu son bölümden hareketle arkadaşım Hasan, konuşmanın Kılıçdaroğlu’nun 2019 kampanyasını başlattığını söyledi.
Konuşma bittikten sonra yerimizden pek kıpırdamadan alanın boşalmasını bekledik. Yaklaşık yarım saat boyunca insanlar alanın dışına aktılar. Sahneden yanındakileri kaybetmiş insanların ve çocukların, bulunmuş cüzdanların anonsları yapıldı. Alan boşalınca sahneyi, alanın yanında mitingi yayınlayan medya kuruluşlarının araçlarını, otobüsleri, sahnenin yanındaki üstü kapalı “şeref tribünlerini” görebildik. Her yerde pet şişe tepecikleri ve gazete parçaları vardı.
Alanın dışına çıktık, önce alanı çevreleyen çayırlıklardan, sonra sahile inen dar sokaklardan geçtik, camlarından bayrak sallayarak kalabalığı izleyenler vardı. Kalabalığı takip ederek önce “Minibüs caddesi”ne, sonra ağaçlıklı bir caddeye çıktık ve (bu defa) Huzurevi metro durağına kadar yürüdük. Metro tıklım tıklımdı. Mitingden dönen bayağı yaşlı bir amca, vagondaki gençlerle sohbet edip yolculuğumuzu renklendirdi. Nihan Marmaray’a binmek için Ayrılık Çeşmesi durağında indi, biz Hasan’la Kadıköy’den motora binip Beşiktaş’a geçtik. Beşiktaş’a vardığımızda saat 9’a geliyordu.
***
Yan Yol’un 11 Temmuz tarihli bölümü için çıkış noktamız, Melis’in (önceki sayfalarda bulabileceğiniz) “Daha ne kadar kapanabiliriz?” yazısıydı. Ben de anıları bende henüz çok taze olan yürüyüş ve miting tecrübemi anlattım. Yürüyüş ve miting, Ortaköy-Beşiktaş-Maçka çevresinde cereyan eden steril hayatımda hatırı sayılır bir “açılma tecrübesi” olmuştu. Bir kişinin yürüyüşe ve mitinge katılması belki hiçbir şeyi değiştirmeyecekti, ama insanlık için küçük olan bu adımın benim hayatımdaki değeri büyüktü. Korkularıma rağmen rutinimin dışına çıkmış, benden beklenmeyecek bir şey yapmıştım. Programın Youtube’daki videosunun altına yazılan bir yorumda, CHP’lilerin benim gibiler yüzünden halka inemediği, Aylin Nazlıaka’yla birlikte Akmerkez’de binlerce dolarlık ayakkabılar seçerken görülebileceğim iddia edildi. Ben de (böyle yorumlara cevap vermemem gerektiğini bildiğim halde) binlerce dolarlık ayakkabılar alanların bu konularla ilgilenmediğini, yürüyüş ve mitingden görebildiğim kadarıyla da CHP’nin halkla bir sorunu olmadığını yazdım.
Mitingin ertesi günü, mitinge kaç kişinin katıldığı tartışmaları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nden Koray Çalışkan ve başka akademisyenler gözaltına alındı. Bu haberi Facebook’ta paylaşan bir arkadaşım, Adalet Yürüyüşü’nün bir şeyi değiştirebileceğine dair hiçbir umudu olmadığını yazdı. Biraz tartıştık bu paylaşımının altında. Birkaç gün sonra, bu kez Ayşe Arman’ın Semih Özakça’nın eşi Esra ile yaptığı röportajı paylaşıp, bu kez de “kimse bana #adalet demesin,” diye yazdı. Muhalif görüşleri olduğunu bildiğim bu arkadaşımın (benim gibi bir beyaz Türk’tür kendisi) süregiden adaletsizlikler için Adalet Yürüyüşü’nü suçlaması çok saçma göründü gözüme. Aklıma Ümit Kıvanç’ın 4 Mayıs’ta P24’te yayımlanan “‘Ay sizin hala umudunuz mu var!’cılık” başlıklı yazısı geldi. Kıvanç benim bu konudaki duygu ve düşüncelerimi benden güzel anlattığı için alıntılıyorum:
Başarı ihtimali yoksa neden uğraşayım? “Ay siz hâlâ!”cılar aslında bunu demek istiyor.
Pek güzel. Bu yola sapıp buradan devam edebiliriz. Yok başarı ihtimali. Umut mumut da yok. Oldu mu? Ne halt edeceksiniz? Amaaan, hangi zırhlı araç hangi gariban Kürt’ün evine dalıp hangi çocukları öldürürse öldürsün, ne yapayım, baksanıza umut da yok, niye uğraşayım? Böyle mi diyeceksiniz? Amaaan, kimi isterlerse hapsediyorlar, içerideki gazeteciler de kalsın öyle; madem umut yok. Yoksa bu mudur münasip söylem?
Artık umut yok, burası artık zaten… falan… Eyvallah. Elbette birileri de böyle düşünebilir, gereği neyse yapabilir. Buyurunuz, nasıl yaşayacaksanız yaşayınız; kim ne diyebilir?
Fakat haksızlıkla, adaletsizlikle bir şekilde mücadele etmeye uğraşan insanlardan ne istiyorsunuz? Neden moral bozuyor, cila çekildiği için orijinalliği de kalmamış nihilizminizi zehirli tarım ilacı gibi etrafa püskürtüyorsunuz? Sizin adalete ihtiyacınız olmayabilir, başkalarının var. Hem de hayatî ihtiyaç başkaları için. Hayatî şu demek: yaşamak için şart. İnsanlar nelerini kaybetmiş, ne hüsranlara, haksızlıklara uğramış, kan donduran zulümlerden geçmiş, sizin gibi konuşmuyorlar, farkındaysanız. Neden? Haydi, telaffuz edelim mâlûm kelimeyi: enayi mi bu insanlar? Kendini, bedenini, hayatını ortaya koyarak adalet ve özgürlük için uğraşan insanlar enayi mi?
Şöyle sorayım isterseniz: Çok mu umutlu herkes? Yani sizin umut dediğiniz, o çok değerli uğraşınızın sonunda elde edilecek başarıya gözlerini öyle bir dikmişler ki, muhayyel görüntü zihinlerine kazınmış, hâlâ orada var sanıyorlar, hırsla ona doğru mu ilerliyorlar?
Hayır. Onurlarıyla yaşamak istiyorlar. Hepsi bu.
Bakın, hiç hesapta olmayan bir kavram girdi hayatımıza. Onur diye bir şeyi duymuş olmalısınız. En azından dizilerde geçiyor. İnsan, onuru için, başkalarına enayice görünen işler yapabilir. Alttan almayabilir, etrafından dolanmayabilir, kabul etmeyebilir, tepebilir, vazgeçebilir; en mühimi, olmayacak şeylerin peşinden koşabilir.
Niye, nedir maksadın, diye sorduğunuzda cevap veremeyen insandır, hak-adalet mücadelesi yapanlar arasında esas kıymetli olan. Haksızlıkla, adaletsizlikle mücadelenin aksinin mümkün olmadığına, evet, enayice inanandır.
Evet, Adalet Yürüyüşü ve Mitingi yapıldı diye adaletsizlikler son bulmadı. Son bulmayacağı belliydi zaten. Cumhurbaşkanı yürüyüşün ve mitingin güvenliğinin sağlanmış olmasını bir lütuf olarak sundu. Bu satırları yazdığım gün itibariyle artık Adalet Yürüyüşü’nden de, mitingden de pek bahsedilmiyor. Araya 15 Temmuz girdi. Cumhuriyet’in tutuklu yazarları ve yöneticileri duruşmaya çıktı. Ahmet Şık efsanevi savunmasını yaptı, Kadri Gürsel ve Murat Sabuncu’yla birlikte tutukluluk halinin devamına karar verildi.
Yok sayılmaya çalışılmasına, küçümsenmesine rağmen Adalet Yürüyüşü ve Mitingi gerçekti, insanların içindeki gerçek bir duyguya hitap etti, büyük katılım aldı ve büyük destek gördü. İnsanların rahatça yalan söyleyip rahatça yalanlara inandığı ülkemizde, bu ve buna benzer gerçekleri unutmamak ve unutturmamak boynumuzun borcu olsun.