Canan Gündüz, canangunduzz@gmail.com

Bu yıl en iyi kadın oyuncu Oscar’ını Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri, 2017) filmindeki rolüyle Frances McDormand, Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü de Fatih Akın’ın Aus dem Nichts (In The Fade / Paramparça, 2017) filminin başrol oyuncusu Diane Kruger aldı. İki film de farklı festivallerde ve farklı kategorilerde pek çok ödül sahibi olmasına rağmen, ayrı ayrı iki güçlü kadın karakterin adalet arayışını anlatan filmlerin başrol oyuncularının başarılı performanslarının karşılık bulmuş olması beni ayrıca sevindirdi. Dünyanın adil bir yer olmadığını biliyoruz ve bazen kader, şans gibi kavramlarla bununla başa çıkmaya çalışıyoruz. İyisiyle kötüsüyle yaşıtlarının dinamiklerine ortak olmaya özenen birileri genç yaşta amansız hastalıklarla ya da yoksullukla mücadele ediyor. Yıllardır beraber piyango bileti aldığın arkadaşına iki kez büyük ikramiye çıkıyor, sana ise bir kez amorti. Üniversiteden haylaz sınıf arkadaşın global bir şirketin yöneticisi oluyor, dereceyle herkesten önce mezun olan bir başkası ise belki yıllarca terfi alamıyor. Sevdiklerinle birlikte geçirebildiğin ya da geçiremediğin vakit bile adaletsiz oluyor. Ölüm halihazırda herkes için çok hassas ve kabullenmesi zor bir olguyken, bir de ortada bir cinayetin olması ise her şeyi daha zorlaştırıp, duyguları da karmaşıklaştırıyor. Üstelik bir de katil bulunamıyor ya da cezalandırılamıyorsa…
Paramparça, kocasıyla çocuğunu Hamburg’daki bir terör saldırısında kaybeden Katja’nın mücadelesini, Akın’ın işlemeyi sevdiği ırkçılık teması etrafında dramatik bir biçimde ele alıyor. Almanya’da yaşayan bir Alman vatandaşı olmasına rağmen, Müslüman eş seçimi nedeniyle adaletin onun için de işlemediği bir senaryo ile karşılaşıyoruz. Film aklıma, arka fonda çok sevdiğim Hindi Zahra’dan the Blues çalarken, Katja’yı kendinden emin bir biçimde direksiyon başında gördüğümüz sahne ile kazındı. Katja’nın ifadesiz yüzü; üzüntü, nefret, özlem ve çaresizlik gibi farklı, katmanlı duyguları taşımaya çalışırken paramparça olmuş yüreğini ve hayatını yansıtıyor…ve izleyiciyi de parçalara ayırıyor.
Bu yılki favori filmim, Martin McDonagh’ın yönettiği bir kara komedi olan Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri’de de pek çok duygu ve kavram iç içe işlenmekte ancak hiçbiri aşırıya kaçıp rahatsız etmeden izleyiciyi derinden etkilemekte. Filmdeki ana karakter Mildred (Frances McDormand), eşinden ayrıldıktan sonra tek başına iki çocuğunu yetiştirmiş, mütevazi bir hayat süren, sert mizaçlı, çalışan bir kadındır. Mildred’ın genç yaştaki kızı trajik bir biçimde, tecavüz edilip öldürülmüştür ve suçlu yakalanamamış, dosya ise kapatılmıştır. Mildred polise kızgındır ve kızının katilinin izini sürmek için elinden geleni yapmakta kararlıdır. Her gün önünden geçtiği boş billboardlar ise fazla davetkar olmaya başlamıştır. Ebbing şehri kırsalındaki viran bir alandaki bu üç büyük billboarda yansıtacağı provokatif mesajlar, belki de toplumu, medyayı ve emniyet müdürlüğünü harekete geçirerek suçlunun bulunmasına yardımcı olacaktır. Kasaba halkının ve medyanın ilgisini çekerek polislerin canını sıkmayı başaran Mildred’in planları umduğu gibi işlemeye başlamıştır. Ne var ki, sonrasında işlerin tadı kaçacak ve Mildred’ın çıkış noktası olan “adalet arayışı” kavramı Mildred dahil herkes için arka plana itilerek, üç billboard bir güç yarışı temsiline dönüşecektir. Taraflar ise değişken olacak, bazen de şaşırtacaktır.
Ölünün önü ve arkası
Mildred’in ilk olarak hedefi, karakolun amiri Willoughby (Woody Harrelson) olur. Willoughby, herkes tarafından sevilen, iyi bir insan, polis, eş ve babadır. Kanser rahatsızlığı nedeniyle son günlerini yaşamakta olduğu anlaşılınca ise, linç rotası Mildred’a geri döner. Mildred ise kızının hatırına davasından geri dönmez ancak mücadelesinin ölüm eşiğindeki bir insanı karalamaya indirgenmiş olmasından da vicdanen rahatsızlık duyar. Nitekim, Willoughby de acılı annenin bu uğraşlarını kişisel algılamayarak Mildred’e destek olmak için elinden geleni farklı şekillerde yapacaktır. Başta Mildred’a düşmanca davranan insanlardan da, sonraları ona destek olmak adına kendisini tehlikeye atanlar dahi çıkacaktır.
Mildred, billboardlara yazdığı yazılarda kızının ölmeden önce tecavüze uğramış olduğunu vurgulamış olması nedeniyle oğlu ve eski eşi tarafından eleştirilir, yer yer de sabote edilir. Ölümünün perde arkasındaki vahşeti vurgulamanın ölünün arkasından bir saygısızlık olduğunu; hatta bu billboarda yazı eylemini, dikkatleri üzerlerine çekmekten ve yaslarını uzatmaktan öte bir etkisi olmadığını düşünerek tümden gereksiz bulurlar. Kadınları, uğradıkları istismarı ve şiddeti örtbas etmeye iten bu ataerkil toplum düzeninde, ahlaksızlıkların normalleştirilmesine göz yummayan böyle bir anne figürü ise her (ölü ya da diri) kadının arkasında olamayacaktır.
Suç ve ceza?
Oyuncularla beraber seyirciyi de bir olağan şüpheli avına çıkaran filmde, ahlaksız, yozlaşmış ve yakalanmadan suç işlemekte profesyonelleşmiş birey profillerini de izliyor ve onları cezalandırmak istiyoruz. Otomatik Portakal romanını hatırlıyorum da, kötülükten yana düşünceleri cezayla ıslah edilemediği gibi üstüne üstlük toplum düzeninin absürtlükleri sonucunda mağdur konumuna bile düşen Alex karakteri çok da yabancı değil. İflah olmaz suçluların kahramanlar tarafından alternatif şekillerde cezalandırılması temasını konu alan pek çok dizi ve film de mevcut. Aklıma çalgılı çengili evlilik programlarından, RTÜK kısıtlamaları sonucunda, bir anda adeta dedektif kriz masasına dönüşen meşhur TV programlarımız geliyor. Düne kadar tek derdimiz bir türlü evlenemeyen 20 yaşındaki gençlerin dramları iken, şimdi ise kayıp, kaçırılma gibi konular gündeme oturdu. Gerçi bu programlar gerçeklerin açığa çıkmasına ne kadar yardımcı oluyor bilemiyorum ama konsept değişikliğine gidilmese bu vakalar hiç gündeme yansımayacak ve çözüme yönelik çaba sarf edilmeyecek miydi? Artık 20 yaşını devirdiğini tahmin ettiğim evlenememiş gençlerin dramı da bitmiş değildir gerçi! Diğer yandan, bu tarz programlara talebin olması yasal otoritelerin karşılamakta yetersiz kaldığı bir ihtiyacı göstererek aynı zamanda bu durumu normalleştirmiyor mu? Durum böyle olunca da bireysel adalet arayışına yönelmek doğal olabilmekle beraber her zaman doğru olmuyor ya da doğru şekillerde yürütülemiyor. Milfred de, Katja da kurallara uygun davranmalarına rağmen adalete kavuşamamaları nedeniyle kendilerine başka çıkışlar aramaya yönelirler.
Mizojini
“İnsanlar tekerleği bulmadan çok önce mizojiniyi buldu.” Jack Holland (Dünyanın En Eski Ön Yargısı: Mizojini/Misogyny: The World’s Oldest Prejudice, 2006)
Her iki filmde de ailesi parçalanmış, çocuklarının ölüm acısıyla ve parçalanmış minik bedenlerle yüzleşmek zorunda kalmış, üzgün, kırgın ve de kızgın bir kadın ile karşılaşıyoruz. Suçlulara, adalet sistemine ve ırkçılığa karşı açtıkları savaşı zorlaştıran önemli bir faktör ise erkek egemen bir toplumda kadın cinsiyete sahip olmaktır. Cinayete kurban gitmiş çocuğunun peşinden adaletin yerini bulmasını isteyen bir kadının kime ne zararı olabilir ki? Toplumun ona biçtiği rol, evinde çaresizce ağlamaktan ötesine izin vermiyor olsa gerek ki, böyle trajik bir durum söz konusuyken bile kadın düşmanlığı baş gösterebilmektedir. Aslında bu düşünce yapısı, kadın düşmanlığının ötesinde, erkeğin kadına üstünlüğünü savunan düşünce ve inanç sistemini tanımlamak için kullanılan “mizojini” terimine daha çok uymaktadır. Erkeksi kıyafetler giyen, kaba saba hareket edip küfürlü konuşabilen, içki içen, yeri geldiğinde herkese karşı tavrını cesurca gösterip kafa tutmaktan çekinmeyen Mildred, yaşadığı küçük kasabanın ona cinsiyeti üzerinden biçtiği role hiç uymamaktadır. Hatta, ondan hoşlanan James (Peter Dinklage)’in boylu poslu tipik bir erkek figüründe olmamasıyla bile dalga geçilmektedir. Eski eşi, anti-sosyal kişilik özellikleri olan bir kamu görevlisi ve tedavi olmaya gittiği diş hekimi tarafından saldırıya uğrar, tehdit edilir. Virginia Woolf, yazar olmak isteyen kadınlara “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” diye tavsiyede bulunur (Kendine Ait Bir Oda/A Room of One’s Own, 1929). Feminist literatürde büyük öneme sahip olan bu kitap, sadece kadın yazarlara değil, tüm kadınlara ışık tutan bir kaynak olarak algılanmaktadır. Diğer yandan, ekonomik özgürlüğü ve kendine ait bir odası ve hayatı olsa dahi, üzücü bir şekilde, Mildred örneğinde olduğu gibi, kadınları hırpalamaya çalışanlar sadece erkeklerle de sınırlı olmayacaktır.
Mikrobiyota ve gri zon
Mikrobiyota konusundan da bahsetmek istiyorum ki yazımın gerçek anlamıyla “boku” çıksın. Mikrobiyota terimi ile kastedilen, insan vücudundaki “flora” olarak tabir ettiğimiz mikroorganizmaların dengesi ve bağışıklığımız için çok da önemli. Bu nedenle, diyetimizi mikrobiyotanın korunmasına yönelik, probiyotik içeren yiyeceklerden zengin tutmak günümüzün popüler konularından birisi haline geldi. Yani, amaç, eskiden hepsini “kötü” olarak bildiğimiz mikroorganizmalardan bizim için yararlı olanları almak. Hatta, bazı hastalıklar için, başkasının dışkı örneğinin hastanın barsağına yerleştirilmesi anlamında gelen “fekal transplantasyon” denen bir tıbbi işlem bile uygulanıyor. Yani, artık “mikrop” deyip geçmiyoruz, iyiyi kötüyü baştan tanımlıyoruz. Bugünün kötüsünün yarının iyisi (ya da tam tersi) olmayacağını ise belki de bilmiyoruz.
İyinin ve kötünün birbirinin içine geçtiği durumların gerek tıptaki, gerek sanattaki, gerek ise haliyle beslendiği hayattaki yansımalarını seviyorum sanırım. Buradan yola çıkarak, son birkaç yıldır izlediğim bazı dizi ve filmlerde hoşuma giden temaya kendimce bir ad buldum: gri zon! Bazı hastalıkların sınıflandırılmasında tam olarak bir kategoriye girmeyip iki kategori arasında kalan hastalıkların bulunduğu aralık için bu terminoloji kullanılıyor. Filmlerde kastettiğim yansıma ise, katı bir iyi ve kötü karakter ayrımının olmayıp zıt gibi görünen kavramların birbirinin içine geçmesi. Gerçek hayatta da herkesin farklı şekillerde ve aynı anda iyi ve kötü olabilmesi ya da birisi için iyi olanın bir diğeri için kötü olabilmesi nedeniyle, hepimizin gri zonda olduğunu düşünüyorum. Filmlerde de kutuplaştırılmış stereotipik karakterler yerine iç içe geçmiş ruh halleri zemininde karakterler görmek ve dengelerin de bu farklılıklar üzerinden değişkenlik göstererek senaryoyu zenginleştirmesi hoşuma gidiyor. Yoksa Peter Dinklage’ı (Game of Thrones-Tyrion Lannister) her gördüğümde mi bu tema aklıma geliyor bilemiyorum.
Yazımın başından beri de öve öve bitiremiyor gibi gözüktüğüm Mildred karakteri de aslında gri zonda. Her şeyden önce izlemesi keyifli de olsa, gerçek hayatta tahammül edilmesi zor bir karakter. Kendince sebepleri olabilecek olsa da, fazla sert, dik durmaya ve güçlü olmaya çalışırken sevgisiz de olabilen, ahlaki değer yargıları, yas tutma ve öç alma biçimleri tartışılabilecek bir karakter. İyi ve kötü gibi sıfatlar insanları tanımlarken çok yetersiz kalıyor. “Normal insan kurgudur” diyor Foucault. Ya iyi insan? Hem, iyi bir insan olmak için kaç iyilik yapmak gerekir ki? Halbuki kötü olmak için bir tanesinin zanlısı olmak bile yeterli. Üstelik her geçen gün, kötü olmak sanki giderek daha da kolaylaşıyor. Kötülüklerle savaşmanın “iyi” bir yolu var mıdır ki? “Her kim bir canavarla çarpışmayı göze alırsa, bir canavar olmayı da göze alsın. Çünkü karanlığa uzun süre bakarsanız, karanlık da sizin içinize bakmaya başlar” der Friedrich Nietzsche (Jenseits von Gut und Böse/İyinin ve Kötünün Ötesinde, 1886). Ursula Le Guin ise, insan ruhunun karanlık yüzünü, kabul etmek istemediği yanlarını “gölge” kavramıyla açıklar ve bireyin kendini tamamlayabilmesi için kendi gölgesiyle yüzleşmesi gerektiğini savunur. İlla kötü olması gerekmez gölgenin, dolayısıyla insanın da öyle, film karakterinin de, mikrobun da. Gölgesiz insan da keza “saf iyi” değildir ama kesinlikle eksiktir. Diğer yandan, ışığın olmadığı bir yerde gölge de olmayacaktır. Dolayısıyla, hem dünya hem de insan, birbiriyle çatışmasına rağmen aynı zamanda birbirini besleyen farklı kavramların birlikteliğiyle bir denge oluşturmaktadır. Sanırım hayatı her şeye rağmen çekilir ve yer yer de güzel kılan şey de tam olarak bunu görmek…Hmm, güzel derken?!…Bir sonraki sayıda da medikal estetik ve güzellik kavramını Cehennemden Selfie filmi üzerinden tartışmak üzere hoşçakalın! (Şaka!)