Canan Gündüz, canangunduzz@gmail.com
Afili adıyla “devlet hizmet yükümlülüğü” olarak adlandırılan kavram, doktorlara diplomalarını alıp mesleklerini icra edebilmeleri için şart koşulan zorunlu hizmete; hatta halk arasındaki adıyla “şark hizmeti”ne karşılık gelmektedir. Tıp fakültesini bitirdikten sonra pratisyenlik zorunlu hizmeti, uzmanlık eğitimi alırsan sonrasında ikinci bir zorunlu hizmet, hatta uzmanlık üzerine yan dal da yaparsan, üçüncü bir zorunlu hizmet ile akademik kariyer hedefleyerek okudukça okuyan idealist doktor ödüllendirilir. Günümüzde ise, zorunlu hizmet, şark hizmeti ile aynı tanıma kavuşmuştur. Örneğin Şubat devlet hizmet yükümlülüğü kurası münhal kadroları incelendiğinde, Şırnak, Hakkari, Diyarbakır, Mardin, Ağrı gibi gündemin coşkuyla yaşandığı illerin büyük yer kapladığı görülmektedir. Tabii ki de herkesin sağlık hizmeti alma hakkı vardır ancak öğretmenlere şehri terk etme izni verilen, sivillerin yok uğruna öldüğü ve itibarsızlaştırılan doktora şiddetin meşrulaştırıldığı günümüz düzeninde, terörün ve kaosun içine kim göz göre göre gitmek ister ki? Senelerce dünya meselelerinden izole asosyal bir öğrenim hayatı sürmüş olan doktorlar, meslekleri gereği savaş dahil tüm koşullarda hastalara derman olmaya devam etmek zorundayken; öğrencilikte koptukları gerçeklikle aralarındaki mesafeyi fersah fersah kapatıp kendilerini tüm olayların ve de politikaların merkezinde buluyorlar, ne ironik!
Peki, niye eskiden değil de şimdi şark münhal kadroları arttı? Bir sebep zor yaşama ve çalışma koşulları nedeniyle istifaların olması. Diğer sebep ise, eş durumu tayinleri…
Devlet “aile kurumu”nu gözeterek, eşi devlette stratejik personel olan kişileri eş durumu kurasına tabi tutuyor, mevcut şehirlerindeki düzenlerini devam ettirmelerine olanak sağlıyordu zaten. Yeni yönetmelikler sonrasında, devlette stratejik personel olmayan memurların ve özel şirketlerde çalışan kişilerin de eşlerine aynı hak tanındı. Mantıksız da değil; maksat eşlerin bir arada olarak aile bütünlüğünün korunmasıysa, eşin kurumunun önemi olmamalı. Diğer yandan, eşleri özelde çalışan ciddi sayıdaki doktora büyük şehirlerdeki hastanelerde talep sayısı kadar, yani mevcut koşullarda mevcut doktor sayılarıyla işleyen kurumlara ekstra kadro açılmak suretiyle kadro tahsis edildi. Doğuda boşalan kadrolar da böylelikle bekarlara emanet edilmiş oldu. Çünkü bekarların eşleri olmadığı için aileleri yoktu ve hayatta canlarından başka kaybedecek bir şeyleri yoktu. Bir yandan aile kavramını sorgularken, bir yandan doğal seleksiyona bırakılmış hisseden bekarlar, kendilerine sunulan yeni düzenlerde trajik olarak bekar kalmaya da mahkum bırakılıyordu sanki. (Nasip kısmet bu işler gerçi, kısmetin nerede çıkacağı belli mi olur, ne yazıyorsa o, vs… diyecekseniz, demeyin lütfen.)
Başlıkta bir Lobster görmüştük ama?…
Ajite hasta yakınlarının yıllanmış “Hastamız ölsün mü?” repliğine bir kontratak da bekarlardan geliyordu: “Bekarsak ölelim mi?” Lobster filminde çok net “Evet, öl.” deniyor. Zaten adamla kadın kardeş çıkıyor, hepsi de ölüyor, haydi dağılabiliriz demeyeceğim. Dağılmayalım ya, ne güzel mübalağalı konuşuyorduk… Elin Avrupalısı mahalle baskısı yaşamadan, şark hizmeti travmasına girmeden bile hep çift olmaya zorlayan toplum düzenine isyan ediyor. Ya biz ne yapalım? Sultanlık vaatleriyle kandırıldıktan sonra kelle koltukta gezmek nasıl bir his bilir misiniz siz sayın yönetmen Yorgos Lanthimos? Nerdee…
Distopik bir bilim kurgu olan Lobster, eşi tarafından bırakılan David’in (Colin Farrell) diğer bekar kişilerin olduğu otele devlet görevlileri tarafından götürülmesi ile başlıyor. Bu otelde kalan kişiler, 45 gün içinde kendilerine “uygun” bir kişi bulmazlarsa, otele kayıt sırasında kendi seçtikleri hayvana dönüştürülüyorlar. Uygunluktan kasıt ise son derece kaba olarak fiziksel özelliklerin ve özellikle de kusurların aynı olması. Diğer yandan, ormanda yaşayan, devletin dayattığı bu düzene karşı çıkan asi grup da bir antitez sunma iddiasıyla yola çıkmasına rağmen kendi katı ve acımasız kurallarıyla yeni bir tez oluşturup diyalektik süreci bir sentez oluşmasına fırsat vermeden işletiyor. Gerek devletin dayattığı düzen, gerek ise alternatif gibi gözüken muhalif anarşist düzen; teoride farklı gözükmelerine rağmen kişiyi, benzer anlayışsızlık ve canilik ile sonuçlanan distopyalara mahkum ediyor. Her şeye rağmen, aşkın gözü kör olmaya devam ediyor. Anlaşılmadığın düzenlerde sevdiklerine özel kendi gizli dilini oluşturmak ya da insan kimliğinden kurtulup hayvan bedenine bürünerek kendini ayrı tutmak ise belki de tek kaçış yolu oluyor. Gündelik yaşamımızda da, gerek politik, gerek ise sosyal meselelerimiz içinde bizler de, umut vaadetmeyen benzer nedenlerle ayrışma arayışlarına giriyoruz aslında. Gregor Samsa misali kabuslardan uyanıp dev hamam böceklerine dönüşmüş buluyoruz bir sabah kendimizi…
Toplumumuzda “uygun” kişi seçim kriterlerinde sosyoekonomik düzey çoğu zaman belirleyici olmakla beraber, fiziksel özellikler de filmdeki kadar abartılı olmamakla beraber dikkat çekiyor. Aslında küçük ünlü ve büyük ünlü uyumları da ünlülerin kendi camiaları içerisinden, ulaşabildikleri kişilerden en güzel/yakışıklı olanı ile birlikte olmak zorunda hissetmeleri ile sonuçlanan bir nevi dayatma ürünü sanki.
Kaldıkları otelde 45 gün içerisinde bir çift haline gelmezse hayvana dönüşecek olmanın stresini yaşadıklarından, mantıklarını herhangi bir kişi ile olabilmek için zorlayan karakterler de bana tanıdık geldi. “Evlilik çağı”nı geçtikleri söylenen bireyler de sağlıksız düşünceler eşliğinde 45 gün olmasa da, birkaç ay kadar kısa sürelerde tanışıp evlilik yoluna giriyorlar.
Çift olmanın getirisine ve gereklilik nedenine değinilmiyor filmde. Schopenhauer’e göre güdülenmeden ibaret olan, “aşk” olarak tarif ettiğimiz duygu, sadece kusursuz yeni nesiller meydana getirmemiz için bir araç. Bizler torun tombalak sahibi olmak için evlenirken, birileri evlenmeyerek bekar kalmaya devam etmeliydi ki “bekar” tanımına ihtiyaç olsun ve birileri bekar olmamanın keyfini sürüp eş durumu kurasına katılabilsinler. Bir Lobster vardı derken iyiydi de, bir zorunlu hizmet derdimiz de vardı yazının başlarında, hatırlatırım.
Sonuç olarak, Colin Farrell’ın terkedilip 45 gün boyunca bir çift haline gelemediği ve aşkın gözünü kör etmesinin ardından kendisini fiziksel olarak aşık olduğu kadına benzetmeye çalıştığı bir durum, distopya ötesidir gerçekten de. Umudumuz ise Ütopya Devlet Hastanesi münhal kadrolarından yana…